Blade Runner 2049! Geldi gelmekte olan!

Kaan Kavuşan yılın en beklenen filmi Blade Runner 2049 filmini yazdı.

Blade Runner 2049! Geldi gelmekte olan!

Kaan Kavuşan

Ancak yıllar sonra kıymeti bilinen ve kült statüsüne ulaşan bilim kurgu klasiği Blade Runner’ın devam filmi 2049’un gelişi, bu senenin en büyük sinema olaylarından biriydi. “İnsandan daha insan” sloganıyla üretilen ve kendi varoluşlarının peşine düşen replikantları (android kopyalar) “emekliye ayıran” nişancı Rick Decard’ın etik ikilemi, özetle “İnsan ve gerçeklik nedir?” sorularını soruyordu. Film, final sahnesinde Deckard’ın replikant Rachael’la kaçmayı başardığı an sona ermişti. Yüzeyde polisiye bir hikâye sunan film; esasında ırkçılık, ayrımcılık ve çevre politikaları gibi konularda pek çok şey söyleyerek kült hâle geldi. Hâliyle filme dair onlarca şey konuşuldu. Bilim kurgu yazarı Philip K. Dick’in kült eseri, Ridley Scott’ın steampunk/siberpunk kırması atmosferiyle birleşmiş, mükemmel bir sonuç ortaya çıkmıştı.

Ortaya çıkan şey sadece neticesel sonuçlar değil, işleyişsel sorulardı da… Deckard’a ve Rachael’a ne olmuştu? Şimdi ne yapıyorlardı? Ünlü “nişancı” Deckard bir android miydi? Tüm bu sorulara cevap alma seçeneği filmin hayranlarını cezbediyordu. Sonda söyleyeceğimi başta söylemekte sakınca yok; 2049 efsanesinin üstüne çıkamasa da -ki imkânsızdı- seriyi başarıyla devam ettirmiş.

Kitabı okumuş bir yönetmenin işi

Villenueve’ün işine saygı duyduğu kesin. Belli ki zaten klasik haline gelmiş bir filme neler ekleyebilirim, efsanesini aşamasam da altında nasıl kalmam diye kafa patlamış. İşe de büyük ihtimalle kitabı okuyarak başlamış. “Okumayacaktı da ne yapacaktı?” demeyin, tonlarca yönetmen filmlerini orijinal eseri okumadan çektiğini itiraf ediyor. İlk film, “Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi?” adlı kitabın serbest bir uyarlamasıydı ve kitapta bahsedilen şeylerden bazıları filme yansımamıştı hâliyle. Mesela Villenueve kitaptaki radyoaktif serpintinin varlığını filmin göbeğine yerleştirerek, kitabın çevresel-kentsel felaket havasını ve nükleer karşıtı temasını ilerletmiş. Bu tercihin film üzerindeki en büyük etkisi görselliğe olan yansıması: İlk filmin ağırlıklı olarak geceyi, 2049’un gündüzü fon aldığını; ilk filmin maviyi, 2049’unsa turuncuyu renk paletinde baskın hâlâ getirdiğini söyleyebiliriz. Çünkü Villenueve efsanenin izine düşmek, ona saygı duruşlarında bulunmak ve görsel estetiğine yaklaşmak istiyor istemesine ama bir yandan da “basit bir taklit” sergilememek endişesinde. Örneğin Tyrell Binası’nda Deckard ile Rachael’ın karşılaştığı sahnenin bir benzerinde K. ile Luv arasında şahit oluyoruz.

Konuya çok hafifçe değineceğim çünkü yönetmen Villenueve, basın gösterimi öncesinde “lütfen seyircinin bilmemesi gereken şeyleri yazmayın” minvalinde bir rica göndermiş eleştirmenlere. Filmin hemen başında bir replikant olduğunu öğrendiğimiz K. adlı polis memuru olarak kendi türünü avlamakla meşguldür. Artık androidler 30 yıl öncesindeki gibi değildir, itaatkâr yeni bir nesil android yaratılmıştır. Nişancılar artık özgür ve üstün, eski sürüm son kopyaları yakalamak üzere çalışıyordur. Ancak K.’nın olay mahallerinden birinde bulduğu gömülü bir iskelet, onu efsanevi “keskin nişancı” (ki filmde, android “emekliye ayıran” polis memurlarına bu ad veriliyor) Rick Deckard’ın peşine düşmeye ve gerçekleri öğrenmeye iter. Bir kez daha Harrison Ford’un Deckard’ını karşımızda buluruz en sonunda…

Deakins voleyi çakmış

Görüntü yönetmeni Roger Deakins’in yarattığı atmosfer öyle iyi ve yetkin bir şekilde kurulmuş ki, uzun süresine rağmen bir dakika bir sıkılmıyor, filmden gözlerinizi ayıramıyorsunuz. Villenueve’ün az önce bahsettiğim tercihini büyük bir maharetle işlemiş ekrana. Turuncu bozkırlar, terk edilmiş otoyollar, ağaçsız çamur deryaları ancak Deakins’in elinde bu kadar iyi görünebilirdi herhâlde.

Ancak bu “görselliğe abanma” durumunun ardından ilk filmdeki kadar felsefi bir yapı ortaya çıkmıyor hâliyle. Villenueve, Incendies gibi hikâye harikası bir film yaparak, bize bu konuda da çok yetenekli olduğunu göstermişti, dolayısıyla bu “felsefeyi görsellerden siz edinin” hâli büyük ihtimalle sinemacı ve stüdyonun ortak ürünü. Böyle olmamasını tercih ederdim. Bir diğer dezavantajıysa ilk filmdeki Roy Batty gibi bir karizmatik kötü karakterin kesinlikle olmayışı. Jared Leto’nun canlandırdığı Wallace’ın hem ekranda görünüş süresi çok daha az hem de karizma açısından Rutger Hauer’in yanına yaklaşamıyor. Bu filmin, asla bir “Blade Runner” olamayacağını, ancak tutarlı bir devam filmi olmasını umduğum için bunlar çok büyük dezavantajmış gibi gelmedi yine de.

Nihayetinde müthiş bir atmosfer tasviri, iyi bir yönetmenlik, iyi oyunculuklar, öncülü kadar felsefî olmasa da sorunsuz akan bir senaryo ve ilk filmden arta kalan hemen hemen bütün sorulara cevap veren bir film bulacaksınız karşınızda. Yeter ve hayli hayli artar. Ancak yeni sorular da yaratılıyor. Devrimci androidler ve çocuk işçilerin çalıştırıldığı yetim istasyonuna çok ucundan değinildi. Bunlar senaryonun ciddi bir şekilde motoru dahi olabilirdi. Dolayısıyla film üçüncü bölüme doğru yürüse yürür gibi. Bir Blade Runner filmi daha izlemeye hiçbir zaman hayır demem sonuçta…

Sansür meselesi

Basın gösteriminde girdiğimizde filmin iki üç yerinde gariplik olduğunu gördük. Sahnelerden birinde net bir şekilde doğal olmayan bir zoom hareketi vardı. (Ekrandaki görüntünün kalitesinin bozulmasından anladık, meğer o sahnede çerçeve dışında kalan yerde çıplaklık varmış – doğum küvetlerinde bulunan androidler görünüyor orijinalinde.) Başka bir sahnede diyaloglar arası kopukluk vardı. (Orada da çıplaklık varmış.) Daha sonra öğrendiğimiz kadarıyla aynı gerekçeyle komple çıkarılan bir iki yer de var, ki bunların hiçbirinde cinsel ilişki dahi yok, var olan şey iki göğüs, biraz popo en fazla. Eleştirmen arkadaşlardan bazıları “değişiklikler” olduğunu onaylattılar. Bu meğer filmin dağıtımcısı Sony Pictures’ın tasarrufuymuş. Bazı ülkelere “kültürel sansür” uyguluyorlarmış. Şöyle bir açıklama yaptılar: “Bazı bölgelerdeki yerel kültürlere saygılı olmak için bir miktar kurgulanmış versiyonlar gönderilmiştir.”

Sony’nin “Türkiye muhafazakâr ülke, aman tadımız kaçmasın” diyerek otosansüre gitmesi ülkenin dışarıdan nasıl görüldüğü konusunda güzel bir veri oldu hepimize. Ancak esas mevzu bu değil tabii. Sermayenin yeni paradigması gereği, demokratça saflıkla söylenen “dünyaya rezil olduk, bize yaptırım uygulayacaklar” gibi halk beklentileri yapaydır. Kapitalist dünyada varlığını kabul ettirmiş bir tekel, kendi mayalandığı ortama ve kârına dokunmadığı müddetçe kârını maksimize etmek için her türlü siyasal ilkesizliği gösterir. Sermaye iktidara, iktidar sermaye göbekten bağlıdır. Kraldan çok kralcılığın kaynağı budur.

Şimdiyse seyirciler filmi boykota hazırlanıyorlar. Geri adım atılacağını sanmıyorum ama umarım boykot tehdidi geri adım atılmasına sebep olur. Yoksa yüzlerce sinemasever bu eseri beyaz perdede izlemekten mahrum kalacak ve bence meşru olarak Torrent linki, HD Film İzle Hemen İzle nokta com, Film Canavarı bilmem ne nokta com gibi yolları zorlayarak izleyecek. Sonuna kadar da haklılar…