Yeni dönemin özü ve "Sınıfa karşı sınıf" siyaseti

Yazarımız Irmak Ildır, sermaye devletinin partisi AKP'nin saldırıları hızla artarken "Sınıfa karşı sınıf" siyasetinin gerekliliğini yazdı.

Toplumlar, söz konusu siyaset olduğunda çoğunlukla görünür olanla ilgilenir. Anlık ve güncel olan olgular toplumları siyasette taraf tutmaya iter. Çoğu zaman “davranış biçimi” olarak nitelendirilen bu tavır alma hali, aslında çok daha fazlasına işaret eder. Anlık ve güncel olan aynı zamanda geçmişten bu yana taşınan düşünce biçimlerini, dünya görüşlerini ve toplumsal ilişkileri de içinde barındırır. O nedenle siyasette ayırt edici noktayı güncel ile geçmişten gelen arasında bir bütünlük algısı oluşturur.

Böyle bir bütünlük algısını her siyasi parti veya akım yaratamaz. Yaratabilenler ya “iktidar perspektifine sahip” olanlardır ya da hali hazırda iktidarı elinde tutanlardır. Söz konusu Türkiye olduğunda bugün iktidardaki siyasi parti olan AKP’nin böylesi bir bütünlüğü bulunuyor. Ancak AKP’nin kurduğu bütünlük çelişkili ve değişken noktaları fazla olan bir görünüm sergiliyor. Bu nedenle iktidar çoğu zaman “siyasi çıkarlarımı nasıl maksimuma çıkartırım” hesabı yapıyor.

Çelişkili yapısına rağmen bugünkü bütünlüğün “iktidar tarafından” temsil edilmesi, bu bütünlüğün özünün ne olduğuna ilişkin tartışmayı da şekillendiriyor. Öyle ya, iktidardaki basit bir parti değil ve biz de hiç öyle “olağan günlerden” geçmiyoruz. Her ne kadar çıkış noktası doğru da olsa kurulan bütünlüğün özüne değil, biçimine odaklanınca bu sefer yalnızca “günü kurtarma politikaları” ortaya çıkıyor.

En yüksekten siyasi tespit yapanın en haklı olduğu düşünülüyor sanki!

Ancak bu tespitlerin biraz altını kazıyınca geriye tespitlerin sadece tortusu kalıyor. Oysa bugün daha fazla tortuya ihtiyacımız yok.

***

Evet, söz konusu iktidarın on beş yılı olunca bu dönemin karakterinde baskı politikalarından, gericiliğe, emperyalizmle bağımlı hale gelmeden, her türlü toplumsal yozlaşmanın görünümlerine kadar pek çok şey sayılabilir. Lakin her şeyden daha önemlisi rejim değişikliği tespiti olacak. Rejim değişikliğini net bir biçimde ifade edecek olursak bugün bir “karşı-devrim süreci” yaşanmaktadır. Üstelik karşı devrim Türkiye’de sınıfsal olandan kopuk, geçici ve arızi bir durumdan kaynaklanmıyor. Tersine, sermaye sınıfı açısından AKP dönemi ve onun “Yeni Türkiye’si” kendi ihtiyaçlarına cevap veren bir bütünlük arz ediyor.

15 yıllık dönemin ardından gelinen noktada karşı-devrim süreci tamamlanmış durumda değil. Varılmak istenen nokta ile gelinen nokta arasındaki fark toplumda kriz noktalarını sürekli bir biçimde yeniden üretiyor. O nedenle bugün gelinen noktada “yeni bir evre” tariflenmeli. İktidar kanadında tarif edilen “metal yorgunluğu” tespitlerinin ardında karşı devrim sürecinin birikimlerini koruma eğilimi yatıyor. Bir tür uyumlulaşma süreci diyebiliriz bu duruma.

Uyumlulaşmanın adımları 16 Nisan referandumu sonrası atıldı. AKP’nin uygulamaya koyduğu yapısal dönüşüm adımları sermayeye daha fazla esneklik ve güvence anlamı taşıyor. Kredilerin arttırılması, rantı yüksek sektörlerin önünün açılması, borç döngüsünü hızlandıracak adımların atılması, emeğin korumalarının kaldırılması gibi adımlar hep bu dönemde uygulamaya konuldu. Erdoğan’ın TÜSİAD’ın Genel Kurulu’na katılıp OHAL için güvence vermesi de gene bu döneme denk geliyor.

Referandum sonrası atılan adımların ilk karşılıkları da alınmaya başlandı. TÜİK’in açıklamasına göre ekonomi 2017’nin ikinci çeyreğinde yüzde 5,1 büyüdü. İktidar basını tarafından bu “büyük başarı” olarak yansıtıldı. Özellikle büyümenin yatırımlar ve bireysel tüketim kaynaklı olması “sevindirici” olarak yansıtıldı. Bir süre önce uygulamaya konulan Kredi Garanti Fonu (KGF)’nun büyümede büyük payı olduğu iddia edildi.

Yukarıdaki anlatı işin sadece AKP tarafından yansıtılan boyutu. Verilerin biraz altını kazıyınca “büyümenin”, hesapların şaibeli oluşu bir yana, inşaat sektörü odaklı ve bireysel tüketiciler yoluyla sağlandığı görülüyor. Anlayacağınız büyümenin motorunu sömürünün en fazla olduğu sektörler üstleniyor ve emekçilerin “borçlandırılması” yoluyla büyüme ritmi sağlanıyor. Dolayısıyla “kimin için büyüme sorusunu” sormakla işe başlamak gerekiyor.

***

Bu noktada gerçekten iktidarın ve 15 yıllık sürecinin altında yer alan “sınıf tahakkümünün” izleri görülüyor. Dolayısıyla başka bir bütünlüğe sahip olması gereken solun yeni döneme uygun bir siyasal hattı yaratması gerekli. Baştan aşağıya “sınıfa karşı sınıf” zemini ile karşı karşıyayız.

“Sınıfa karşı sınıf” sloganı ile tariflenen bütünlük aslında düzenin kriz noktalarına ve taraflaşmanın zeminine işaret ediyor. Sosyalist siyasette ayrı bir yeri olan “sınıfa karşı sınıf” politikası çağrıştırdığı “daraltıcı” yana karşın aslında solun iktidar perspektifinin de bir parçasını oluşturuyor.[1]  Bugün de düzenin tüm daraltıcı unsurlarına karşı aslında ciddi olanaklar ortaya çıkıyor. Solun bu durumda yapması gereken şey “sınıfa karşı sınıf” politikasına uygun araçları geliştirerek, kendi bağımsız hattını ortaya dökmekten geçiyor. Bir bakıma, işçi sınıfının siyaset sahnesine çıkışının aracı yaratılmalı.

Günümüzün sınıf mücadelesi zemini daha özel bir örgütlenmeyi, yani bir siyasi partiyi çağırıyor. İktidar kaçkınları Akşener’den, Ekmeleddin’den, Mansur’dan, Kesici’den alternatif çıkartmaya dursun, siyaset işçi sınıfını ve onun bağımsız örgütlenmesini sahneye çağırıyor.

Ne dersiniz, sahneye çıkmanın zamanı çoktan gelmedi mi?

Notlar

[1] Okuyucu için küçük bir not olarak buraya yazalım. “Sınıfa karşı sınıf” politikası 20’li yılların ortasında sosyalist siyasetin temel hattını oluşturuyordu. 1928’de 3.Enternasyonal (Komintern)  tarafından da karar altına alınan siyasetin ana temeli işçi sınıfının bağımsız bir güç olarak sermaye sınıfına karşı mücadele etmesi gerektiği üzerine kurulmuştu. Bunun için komünist partilerin Avrupa’da güçlü bulunan sosyal demokrat akımlardan kendini tamamen ayırması ve onlara karşı mücadeleyi büyütmesi gerektiğine dair tezler öne sürülüyordu.

30’lı yıllarda Almanya’da faşizmin iktidara gelmesinin ardından bu politika geride bırakılmış ve bu sefer “faşizme karşı birleşik cephe” politikasına geçilmişti. Her iki politikada özünde emperyalist sistemin kriz döneminde “devrim arayışının” bir taktiği olarak ortaya çıkmıştı. Lakin 30’ların taktiği bugün “teori” düzeyine çıkartılıp “kutsanırken”, diğeri ise “yanlış politika” olarak nitelendirilip bir dipnot haline dönüştürüldü.