Emperyalizm üzerine IV: Emperyalist sistemde “eskiler”

Emperyalist ülkelerin istikrar politikalarının incelendiği bir değerlendirme yazısı

Bir haftalık zorunlu aradan sonra emperyalizmi ve emperyalist sistemi incelemeye devam edelim. Önceki üç yazıda, emperyalist sistemin bugününe dair bir giriş yaptıktan sonra Rusya ve Çin’i yakından incelemeye çalışmıştım.

Bugün emperyalizm tartışılırken en çok yoğunlaşılan Rusya ve Çin’in emperyalist olup olmadıkları sorusuna temel iktisadi verilerden hareketle “henüz değil” cevabının verilmesi gerektiğine kuşkumuz yok.

Öte yandan, emperyalizmle mücadele edebilmenin ön koşulu olarak ne olduğunu anlamak gerektiğinden, ilk yazımda değinip geçtiğim emperyalist sistemin daha yakından incelenmesi, emperyalist ülkelerin iktisadi ve siyasi konumlarının, yaşadıkları zorluklar ve zaman zaman ortaya çıkan krizlerin niteliğinin anlaşılması, bir çıkış yolu olarak görülen “4. Sanayi Devrimi”nin gerçekliği gibi başlıkların da cevaplanması bir zorunluluktur.

* * *

Emperyalist sistemin çoğumuzun hayatını kapsayan uzun bir “istikrar” döneminden geçtiği söylenebilir. Siyasi olarak İkinci Dünya Savaşı’nın ardından “Soğuk Savaş” ve sonrasında da bir süre daha “istikrar” getirdiği kabul edilmelidir.

Peki nasıl bir istikrar?

Kuşkusuz tekelleşme ve rekabetin yanı sıra kapitalizmin kendi yasaları sürekli olarak kendini yenileyen krizler ve hatta bunalımlar yaratmaktadır. Bunlar iktisadi olduğu gibi siyasi yansımalar niteliğinde de olmaktadır. Bu anlamda emperyalist sistemde herhangi bir dönemin ayrıştırılabileceği herhangi bir dönem olduğunu ileri sürmek bilimsel olmaz.

Bununla birlikte, istikrar dönemi emperyalist sistemin kendi iç ilişkilerine ilişkin olarak ele alınırsa 20. yüzyılın ikinci yarısını kapsayan uzun dönemde “ortak düşman”ın emperyalist sistemdeki çelişkilerin görece yumuşak ve diyalogla çözülmesini sağladığı bir uluslararası ortamın yaşandığı söylenebilir. Sosyalizmin çözülüşünün ardından bu dönemin bir süre daha devam ettiğini de söyleyebiliriz.

Bu haliyle emperyalist statüko diyebileceğimiz durum ABD’nin iktisadi, siyasi, askeri ve kültürel liderliğinin kabul edilmesi ve onun altında sıralanan bir hiyerarşi ile birlikte öncelikle “ortak çıkarlar” üzerinden hareket edilerek pazarların paylaşılmasına ve rızaya dayalı bir işleyişin egemenliği söz konusu olabilmiştir. Bu anlamda emperyalist sistem daha önce olmayan bir istikrar dönemi yaşamıştır.

Zaten esas olarak bu “istikrar” hali emperyalizm üzerine arayışlara, revizyon çabalarına ve sapmalara da kaynaklık etti. 21.yüzyılın ise bir kez daha tıpkı 20. yüzyılın ilk yarısındaki gibi büyük bir rekabet ve çıkar çatışması ortamına doğru ilerlediğini görüyoruz. Bu uyum halinin uzun süreli olsa da sürekli olamayacağı ve emperyalizme ilişkin yeni tarifler gerektirmeyeceği de bir kez daha anlaşılmış oldu. Artık her anlamda “istikrar” emperyalist sistemden uzak bir kavram.

* * *

Sosyalizmin çözülmesinin ardından bu istikrar temelinde dünyada her alana müdahale etmeye başlayan emperyalizm açısından ortak çıkar kavramı da zamanla erozyona uğradı. Son 15 yıl içerisinde hızlıca bozulan bu durum esas olarak sonuçlarını sert bir şekilde göstermeye de başladı. Bugün gerek emperyalist ülkeler arasında gerekse onlarla emperyalist sistem içerisinde yer alan diğer ülkeler arasındaki sorun ve çelişkiler daha görünür duruma geldi.

Bu durum emperyalist sistem açısından yeni olan bugün için bölgesel güçler niteliğinde sayılması gereken ülkelerin ortaya çıkmasının ötesinde esas olarak emperyalist ülkeler arasındaki rekabet ve çelişkileri ortaya çıkardı, tekrar belirginleştirdi. Bunun üzerine gelen 2008’deki büyük mali kriz de bu görüntüyü netleştirmiş oldu.

Burada “istikrar” döneminin kurumsal yapısının bu çelişkileri ve rekabeti hala daha bir tür kontrollü tutan bir yanının olduğunu da not etmek gerekiyor. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, NATO gibi kurumsal yapılar emperyalist rekabetin topyekûn yıkıcılığını şimdilik yavaşlatıcı ve engelleyici bir etki gösteriyorlar.

Sosyalizmin en önemli araçlarından olan barış siyaseti tüm savaşlara rağmen emperyalist ülkelerin yumuşak karnı olmayı sürdürüyor. Biraz daha açmak gerekirse emperyalist ülkeler 70 yılı aşan bir süredir kendi aralarında savaşmıyorlar. Bu tarihte benzeri olmayan bir süre. Sermaye sınıfının karlarını savaş dönemlerinde katlayarak büyütmeleri bir gerçek olsa da barışın bir “değeri” oluşmuş durumda. Dolayısıyla emperyalistlerin kendi halklarını böyle bir savaşa hazırlamaları için büyük bir “vaat” sunmaları gerekiyor.

Oysa emperyalist-kapitalist sistem doğası gereği zenginliği giderek daha az elde biriktiriyor. Ayrıca “Amerikan rüyası”, sınıf atlama gibi hayaller de tekelleşme nedeniyle rekabetin sertleşmesiyle sınırlanıyor. Sosyalizme karşı alan kapatmak için ve güçlü bir işçi sınıfı hareketi karşısında verilen tavizler olan sosyal devlet uygulamaları birer birer geri çekiliyor. Böylece gelir farkından öte temel ihtiyaçları karşılama olanakları da azalıyor ya da daha maliyetli hale geliyor. Üstelik bu, reel sosyalizmin çözülüş döneminin sorunlarını görmeyen nüfusun arttığı ve o dönemi gören nüfusun da “eski güzel günleri” anmayı sürdürdüğü bir dönemde gerçekleşiyor.

Öte yandan, emperyalizmin artık tıkanan “küreselleşme” projesinin ardından yeni bir üretimi de söz konusu değil. Sosyalizmin çözülmesiyle hepimizin özgür kalacağı, zenginleşeceği, dünyanın bütünleşeceği bir masal bugün hiçbir inandırıcı yön barındırmıyor. Küreselleşme ile sermayenin serbestçe ülkeler arasında gezindiği, ülkeleri talan ettiği ama savaşlar, açlık ve yoksulluk nedeniyle on milyonlarca insanın göçmen, mülteci ve sığınmacı konumuna düştüğü bir dünya ortaya çıkmış durumda. Bunun yerine ise yeni bir “hikaye” yazılamıyor.

Kabaca özetlenen tüm bu başlıklar, emperyalist sistem ile emperyalist ülkeler içerisinde ve arasında bir “kriz” halini oluşturuyor. Bunun görece “düşük yoğunluklu” olması, iktisadi verilerin kısmen ya da ülkeler bazında son tahlilde esas olarak tekeller açısından anlam ifade edecek şekilde iyileşiyor gözükmesi bu sonucu değiştirmiyor.

Bu krizin derinleşmesine en azından bir sonraki döneme kadar engel olacak şey kuşkusuz yeni bir hikaye yazılması ve daha büyük zenginliklerin yaratılması. Sistemin entegrasyon düzeyinin, kısa ve orta vadede, emperyalist ülkelerden herhangi birinin ve bu arada emperyalist olmaya aday ülkelerin de çok öne çıkmasına izin vermeyeceği ya da bir başka ifadeyle tek bir ülkenin bu hikayeyi kendi başına yeniden yazacak kadar büyük bir çıkış yapamayacağı görülüyor. “Dördüncü Sanayi Devrimi”nin ise çare olup olmadığını ayrıca tartışmak gerekiyor.

Bununla birlikte mevcut durumun öncelikle sistemin bugün ortaya çıkardığı farklı odakların zaman içerisinde farklı kutuplar haline gelmesi ihtimalini güçlendirdiği söylenebilir.

Öte yandan, bu kriz halinin derinleşmesini sağlayacak şey işçi sınıfını harekete geçirecek komünist siyasetin yükselmesi. Şu aşamada güç biriktirmek durumunda olduğumuz tespitiyle bunu bir kenara koyalım.

* * *

Bu çerçevede, Rusya ve Çin başta olmak üzere emperyalist olma potansiyeli gösteren ülkelerin dışında emperyalist ülkelerin kendi içlerinde ve aralarında yaşadıkları sorunların Aşil’in topuğu sayılması gerekir. Zaten yeni emperyalist ülke adaylarının çıkmasının arkasında da bu durum temel belirleyenlerden biri sayılmalıdır.

Eskiler de eskisi gibi değil artık. Bu anlamda emperyalist sistemde de çatışma olasılıkları birikiyor. Ancak son tahlilde savaş her zaman bir çözüm olsa da bunun için yeterli “enerji”ye sahip kimse olmadığı gibi, Kıta Avrupası’ndaki güçlerin yan yana gelerek bir odak olmaları durumu da savaşın teknik olarak kolay çıkartılamayacak olması anlamına geliyor. Her iki dünya savaşının da esas olarak Almanya ile Fransa ve Rusya arasında olduğunu hatırlamak gerekiyor.

Bu anlamda artık ABD ve İngiltere ile Almanya, Fransa ve İtalya’nın iki ayrı grup haline geldiği bir tablo karşımızdadır. Ancak bu gruplaşmaları mutlaklaştırmamak ve ilkinin tarihsel olarak daha yakın olmakla birlikte ikincisinin daha gevşek yapıda olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir.

Eskilere dair bu genel çerçeveden sonra emperyalizmin krizini daha derinlemesine inceleyip emperyalist ülkelerde siyaseti ve “Dördüncü Sanayi Devrimi” meselesine geçebiliriz. Haftaya devam etmek üzere…