Emperyalizmin durumu

Emperyalizmin durumu

10-09-2017 11:20

SSCB'nin çözülmesinin ardından emperyalizm kavramının dünya ölçeğinde geldiği durum ve etkileri üzerine bir değerlendirme yazısı.

Soğuk Savaş döneminde komünizme karşı mücadelede ortaklaşan emperyalizm, bu dönemi tüm dünyayı birlikte paylaşmak ve ortak düşmana bir daha fırsat vermemek üzere değerlendirmişti. Haksız sayılmazlardı. Alman emperyalizminin saldırganlığı ve daha büyük pay arzusu ile emperyalist kamplar arasındaki çelişkiler, ilk dünya savaşının ardından sosyalizmin kurulmasına ve ikincisinin ardından da Almanya’dan Pasifik Okyanusu’na kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yayılmasını sağlayan süreci açmıştı.

Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra büyük bir zafer sarhoşluğuyla eski sosyalist ülkeleri kendi pazarlarına bağlar ve biçimlendirirken de bu galibiyetin “bin yıl” süreceğini düşünüyorlardı. Tarihin sonunun geldiğine o kadar büyük bir inançla sarılmışlardı ki yüzbinlerce insanın öldüğü iç çatışmalar, savaşlar ve işgallerle süren yirmi yıllık dönemi bir “küreselleşme ve demokrasi” dönemi olarak anlatıyorlardı.

Bugün gelinen noktada ise dünya 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkıldığı veya 1991’de Boris Yeltsin’in tank üzerinde poz verdiği günleri hatırlayamıyor bile. Emperyalizmin dünyaya vermek istediği şekil, bir yandan konut balonuyla patlayan ekonomik krizle bir yandan Suriye’de direnenlerle bir yandan da kendi iç çekişmeleriyle artık iyice bir ucubeyi andırıyor. Tarihin gördüğü en vahşi katil sürülerini destekleyerek, her yerde çatışmalar çıkartarak gelinen bu noktada emperyalizmin tüm yönleriyle ve olanca çıplaklığıyla gerçek yüzünü gösterdiği tartışmasız.

Atlantik Bloğu’nda sorunlar

Emperyalizmin merkezi ülkeleri olan ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Japonya ve İtalya gibi ülkeler arasındaki çelişkiler bugün daha fazla ortaya çıkıyor ve göze batıyor. Bir yandan Avrupa Birliği (AB) içerisinde hangi yöne gidileceği tartışılırken İngiltere bu birlikten çıkıyor, özellikle Rusya ve Çin ile ilişkiler, öncelikler ve gereksinimler farklılaştıkça bu ülkeler arasında da sorunlara neden oluyor. Ekonomik olarak hala tartışmasız bir güce sahip olsalar da tüm teknolojik üstünlüklerine rağmen siyasi planlarını ve bunun bir uzantısı olarak askeri üstünlüklerini gerçeğe çevirmekte zorlanıyorlar.

Özellikle ABD ile Almanya arasında son yıllarda ABD’nin Alman devlet kurumlarını dinlemesi, otomotiv şirketlerine dönük ağır para cezaları, Almanya’nın NATO’nun askeri harcamalar hedefini tutturmaktan kaçınması nedeniyle yaşanan polemikler ile ABD’nin Alman ürünlerine karşı kendini korumak istemesi ve Rusya’ya karşı yaptırımlar yüzünden yaşanan tartışmalar gibi başlıklar üzerinden su yüzüne çıkmış bir karşıtlaşmanın olduğu biliniyor.

Esas olarak, zaten birliğin dış üyesi gibi davranmış olan Birleşik Krallık’ın AB’den çıkmasının ardında da Atlantik Bloğu’nun çekirdeğini oluşturan ABD ve İngiltere arasındaki ortaklığın bir hamlesinin olduğunu söylemek mümkün.

Ekonomik verilere bakıldığında başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinin ABD’ye daha fazla mal sattığı ve daha fazla sermaye çektiği söylenebilir. ABD’de daha yoğun bir şekilde yaşanan hizmet sektörünün sanayi sektörünün yerini alması ve geleneksel olarak ABD toplumunun daha fazla tüketim yapması da bu süreçte ABD aleyhine bir dengesizlik yaratıyor.

Geçmişte üstlendiği askeri sorumluluklar karşılığında yeni pazarların aslan payını alan ABD’nin Sovyetler Birliği sonrası dünyada Almanya ve Fransa başta olmak üzere, diğer emperyalist ülkelerin de daha fazla rol ve pay sahibi olmak üzere, biraz daha öne çıkmasının da etkisiyle bunu eskisi gibi sürdüremediği anlaşılıyor. Bunun yansıması da ABD’nin bu maliyetleri daha fazla bölüşme arzusunda rahatlıkla görülebiliyor.

Avrasya bir blok olur mu?

Bu tablo bir yana, ABD açısından bir başka tehdit de Çin ve Rusya tarafından geliyor. Henüz Atlantik bölgesi gibi bir bütünlüğü ifade etmeyen Çin ve Rusya gruplandırmasının, ekonomik olarak öne çıkan Çin’i askeri olarak tamamlayan bir Rusya olarak tarif edilmesi de bugün için yeterli kabul edilmemeli. Dolayısıyla “Avrasya” analizlerinin niyet beyanından öte bir gerçekliğe oturmadığı ve gelecekte de oturup oturmayacağının bilinmediği söylenmelidir.

Bu noktada ABD’nin Rusya’ya karşı “renkli devrimler” süreciyle başlattığı çevreleme politikasının, Orta Asya’daki Türki cumhuriyetlerde etkili olmaya çalışmasının, Ukrayna’da Kırım’ın Rusya’ya katılması ve Rusların yaşadığı doğu bölgelerinin de onu takip etme eğilimi ile yaşanan bölünmenin, Suriye’de yaşananların önemli başlıklar olarak altlarının çizilmesi gerekiyor. Rusya’nın Türki cumhuriyetlerde, Gürcistan, Ukrayna ve Suriye’de askeri gücüne dayanarak gösterdiği direncin sürdürülebileceğini de öngörmek gereklidir.

Diğer yandan ABD ile Çin arasında da ticaret açığı üzerinden başlayan tartışmalar, Doğu Türkistan, Güney Çin Denizi, Kore Yarımadası gibi bölgelerde Çin’in en azından meşgul edilmesine ve bu arada uluslararası alanda etkinliğini azaltmaya yönelik hamlelerle Çin’in başını kaldırmasını istemediğini açıkça gösteriyor. Çin’in ise Almanya’nın başını çektiği AB ülkeleri ile yan yana gelerek ABD’nin alanını daraltmaya çalışacağı anlaşılıyor.

Çözüm kaçınılmaz bir savaş mı?

Emperyalizmin sorunlarının çözümü esas olarak kapitalizmin yeni zenginlikler yaratmasında yatıyor. Pasta büyütülürse herkese pay düşer ve herkes payına, son tahlilde, rıza gösterebilir. Emperyalist merkezlerde “Dördüncü Sanayi Devrimi” adıyla süslenen sanayinin teknolojiyle dönüştürülmesi sermayeye daha fazla kar sağlayacak olsa da geniş kitlelere işsizlik dışında ne sunabileceği gerçekten tartışmalı.

Ayrıca yeni pazarların açılmasının da kolay olmadığını ve bu pazarların öncelikle ihracata dayanan ekonomileriyle Almanya ve Çin tarafından daha kolaylıkla doldurulabilmeleri de düşünüldüğünde ABD açısından meselenin daha karmaşık olduğu söylenebilir. Ticaretin çeşitli koruma önlemleri ile sınırlandırılması ise yine sermayenin özellikle son 25 yıldaki hareketliliği düşünüldüğünde çok kolay sayılmamalı.

Öte yandan, 1945’ten bu yana birbirleriyle savaşmayan emperyalistlerin 70 yıldan fazla bir süre geçtikten sonra kendi toplumlarını ve ekonomilerini bir savaşa hazırlamaları da kolay sağlanabilecek bir dönüşüm sayılmamalı. Dahası böyle bir savaş için öne çıkacak bir güç olmadığı gibi böyle bir savaşın taraflarının da bugün için varsayılamayacağı açık olmalı.

Bütün bunlar değerlendirildiğinde, ortada bir türlü aşılamayan bir kriz ve bir türlü çıkarılamayan bir savaş halinin önümüzdeki beş yılın temel sancısı olacağı söylenebilir. Sonrası için yaşayıp görmek gerekecek.