Elveda Lenin: Aç tavuk kendini darı ambarında görür

Zafer Aksel Çekiç, Adalet Yürüyüşü sonrasında kuyrukçuluk tartışması ile birlikte Lenin'in düşüncesine dönük tahrifatları yazdı.

Elveda Lenin: Aç tavuk kendini darı ambarında görür

Zafer Aksel Çekiç

Geçtiğimiz günlerde “sendika.org” internet sitesinde Deniz H. Önal imzasıyla yayınlanan “Halkın adaleti: Hareket teoriye uymuyorsa, yine de hareketi seçmeliyiz” (1) başlıklı yazı ve İleri Haber sitesinde Metin Çulhaoğlu’nun yazdığı “’Kuyrukçuluk’ nedir?” (2) başlıklı köşe yazısı solun “Adalet Yürüyüşü” üzerinden sürdürdüğü tartışmalarda yeni bir “aşama”yı gösterdi.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı, son üç kilometresinde de bir “popstar” edasıyla tek başına yürüdüğü Adalet Yürüyüşü’nün ve sonunda yapılan büyük mitingin ardından solun bir kesiminin bir kez daha kendilerini darı ambarında gördüğü bu iki yazıdan daha iyi anlatılamazdı herhalde.

Bir yanda geçmişte Devrimci Yol geleneğinden gelen “hareketçi” bir siyasi grubun diğer yanda, partili gelenekte hep “arayış” içerisinde olan bir kişi üzerinden, bu geleneğin en güçlü temsilcisi Türkiye Komünist Partisi’nden kopan bir başka ekibin görüşlerini yansıtması açısından önemli olan bu yazılar, kuşkusuz sol içerisinde kendini meşrulaştırmanın en kestirme yolu olarak Büyük Ekim Devrimi’nin önderi Lenin’den alıntılarla tartışmanın nasıl manipüle edilebildiğini göstermesi açısından da ders niteliğinde sayılmalı.

Hareket derken: Sınıf olmasa da olur

İki yazının en temel ortaklığı ve manipülasyon zemini her hareketlenmeyi, her kitleyi bir ve aynı saymalarında yatıyor. Lenin’den yapılan alıntıların bağlamından kopartıldığı nokta tam da burası.

Önal, yazısının sonlarına doğru, “Devrimci teori nihai biçimini [en mükemmel şeklini] ancak gerçek bir kitlesel ve gerçek bir devrimci hareketin pratik eylemliliğiyle ilişki içine girdiğinde alır.” şeklinde bir çeviriyle Lenin’in “Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı” kitabından alıntı yapıyor. Çulhaoğlu ise, Iskra’nın 6 Aralık 1901 tarihli 12. sayısında yayınlanan “Ekonomizmin Savunucularıyla Sohbet” (3) yazısına atıf yaparak açıklamalarını sürdürüyor.

Öncelikle, Önal tarafından yapılan alıntıda, sadece son cümleye değil paragrafa baktığınızda, Lenin’in proletaryanın devrimci partisinin nasıl sağlanacağı, sınanacağı ve güçlendirileceği sorularına yanıt aradığını görüyorsunuz. Lenin, bu sorulara ilişkin üç cevap sıralıyor. Bunlardan ilki, proleter öncünün sınıf bilinci, devrime bağlılığı, azmi, fedakarlığı ve cengaverliği; ikincisi, başta proletarya olmak ama bununla sınırlı olmamak üzere emekçi halkın en geniş kitleleri ile bağlanma, en yakın ilişkiyi sürdürme ve dilenirse belli bir ölçüde birleşme yeteneği ve üçüncüsü ise geniş kitlelerin de görmesi koşuluyla bu öncünün siyasi önderliği ile strateji ve taktiklerinin doğruluğu. Lenin’e göre olmazsa olmaz bu üç koşul birdenbire ortaya çıkamayacağından, “bunların yaratılması, bir dogma olmayan ama son halini ancak gerçekten kitlesel ve gerçekten devrimci bir hareketin pratik eylemleri ile olan yakın bağları sayesinde alan doğru bir devrimci teori ile sağlanır.”

Görüldüğü üzere, Lenin’in yazdıkları her şeyden önce bir emekçi hareketini esas almakta, proletaryayı bu hareket içerisinde öncelikli görmekte, bu emekçi hareketinin gerçekten kitlesel ve gerçekten devrimci olması koşuluyla kurulacak bağların doğru bir devrimci teorinin son şeklini almasını sağlayacağını söylemektedir. Oysa, Önal’ın yazısında, bir yandan herhangi bir hareketten bahsedildiği anlamı çıkarken diğer yandan doğru ya da devrimi gerçekleştirecek bir devrimci teorinin değil bir bütün olarak devrimci teorinin ancak herhangi bir kitlesel pratiğin içinden çıkacağı gibi bir anlam ifade edilmektedir.

Diğer yandan, Metin Çulhaoğlu da, herhalde kimsenin yazısında verdiği linki okumayacağına ya da İngilizce bilmediğine güvenerek yazısını yazmış. Zira, Lenin’in makalesine ruhunu veren kimi önemli pasajların görülmemesi halinde “Lenin de öyle demiş” dedirtebileceğini düşünmüş olmalı.

Örneğin, Lenin, makalesinde, ekonomizmin özellikleri arasında “Sosyal Demokratların genel demokratik hareketin önderliğini kendi ellerine almadıkça otokrasiyi asla deviremeyeceklerini anlamama” ve “hareketin kitlesel karakterinin, hazırlık mücadelesine, her beklenmedik patlamaya ve son olarak sonuç alacak saldırıya önderlik edebilecek devrimcilerin güçlü ve merkezi örgütünü kurma yükümlülüğümüzü azaltmayıp arttırdığını anlamama”yı sayıyor.

Yine makalenin bir başka yerinde, “bu zamanda dahi hazırlıklar yeterli olmaktan uzaktır ve bu nedenle ideolojinin veya kendiliğinden unsurlarla kıyaslandığında bilinçli unsurların rolünün abartıldığı gibi tüm sözler Partimiz üzerinde en ölümcül bir etki bırakmayı sürdürmektedir” diye yazan da Lenin.

Ancak en önemlisi, Lenin’in, “Sosyal demokrasi, demokrasi mücadelesindeki öncü olarak, çeşitli muhalif katmanların eylemlerine öncülük etmeli, onların iktidarla olan kısmi ya da mesleki çatışmalarının genel siyasi önemini onlara açıklamalı, onları devrimci partiyi desteklemek için harekete geçirmeli ve kendi saflarından tüm muhalif katmanlar üzerinde siyasi etki uygulamayı becerebilecek önderler eğitmelidir. Bu işlevin her türden reddi, kendisini proleter mücadeleyle yakın, organik bağlar kurmaya ilişkin ne kadar süslü sözlerle ifade ederse etsin, yeni bir ’kuyrukçuluk savunusu’na, Sosyal Demokratlar açısından ulus ölçeğindeki demokratik hareketin arkasından kuyrukçuluk yapma savunusuna eşdeğerdir; önderliği burjuva demokrasisine terk etmek ile eşdeğerdir” dediği satırlar.

Ancak bu pasajlardan hiç bahsedilmiyor. Yani Lenin, Çulhaoğlu’nun söylediğinin aksine, “kuyrukçuluk” kavramını ne sadece sınıfın kendiliğinden hareketine ilişkin söylemektedir ne de tartışmayı kendiliğinden hareketin dışında durulmasına karşı içerden etkilenmesi ve “düzeyinin yükseltilmesi” üzerinden sürdürmektedir. Lenin’in kuyrukçulukla kast ettiği öncü olması gereken Sosyal Demokratların bu iddiadan vazgeçmesi ve önderliği burjuva demokrasisine terk etmesidir. Lenin, kendiliğinden harekete öncülük edilmesine gerek olmadığı görüşlerini reddetmektedir.

İfrat: Harekette bereket olur mu?

Deniz H. Önal, daha yazının başında işe adaleti yargı mekanizmaları ve devletle ilişkilendirerek sınıfsal içeriğinden koparmakla başlıyor. Adalet kavramının diktatöre karşı mücadelenin birleştirici ekseni olduğu iddiası ardından gelen örneğin de kadın mücadelesinden olması bu durumu perçinliyor. CHP’nin bir burjuva partisi değil de “en geleneksel devlet partisi” olarak tanımlanması da tüy dikiyor.

Ardından da yazı boyunca üstü açık veya kapalı CHP ve Kılıçdaroğlu güzellemeleri ile yürüyüşe katılan kitlenin ve yürüyüşün abartılması seansı başlıyor. Süslü sözlerle, ortada sanki CHP’nin program ve niyetlerini aşan bir fiili durum varmış gibi abartılı bir hikayeleştirme görüyoruz. Öyle ki, bazen aynı zamanda ve aynı yerde olup olmadığımızı dahi sorgularken buluyoruz kendimizi.

Gerçekten de aç tavuk kendini darı ambarında görüyor. AKP iktidarının etrafında giderek daraltılan bir kuşatma olduğu iddiası ile AKP eliyle gelen faşizm tespitlerini aynı anda yapabilme gibi gerçeküstü bir tablo çizilirken, halkın sokak siyasetinin inşası ve bunun kurucu politik ilkesi olarak adalet biraz naif bile kalıyor denebilir.

Çok açık ortada ciddiye alınması gereken düzen tarafından karşılanamayacak somut bir adalet talebi ve bu mücadelenin komünistler tarafından ileriye taşınması zorunluluğu vardır. Ancak ortada olan bir halk hareketi değil bir siyasi partinin siyasi kampanyası ve eylemi. Bu yalın gerçek bir yana ortada emekçi kitleler bulunmakla birlikte sınıfsal bir temel ve karakter son on yıldaki cumhuriyetçi eylemlerin tamamında temel bir eksiklik olmuştur.

Böyle bir durumda forum, meclis, platform, inisiyatif gibi adlarla çoğu bugün varlığını sürdüremeyen veya başlangıçlarındaki etki ve güçlerini hızla yitiren yapıların “halkın alternatif yaşam formları”, “yeni toplumsal inşanın zeminleri”, “özgür geleceğin nüveleri” olarak nitelendirilmesi her şeyden çok gerçeklikle bağını koparmaya işaret etmekte.

Bu süslü sözlerin ardından Adalet Yürüyüşü’nü Paris Komünü ile kıyaslamak bu bağlamda şaşırtıcı sayılmamalı. Önal, Paris Komünü’nden atıfta bulunarak Adalet Yürüyüşü karşısında burjuva iktidarının yıkılmakta olduğunu ima ediyor. Oysa bırakalım yürüyüş kitlesinin gündeminde böyle bir hedefin olmasını, Önal’ın yazısında dahi esamesi okunmayan burjuva sınıfının iktidarının yıkılmakta olduğunu söylemek, Adalet Yürüyüşü ile Paris Komünü arasında bir benzetme ve yakınlık tarif etmek ancak yetersiz sayılması gereken bir kendini devrimci gösterme çabası niteliğinde kalıyor.

Adaleti sadece yargı organları ile özdeşleştiren bir yaklaşımı dile getiren Önal’ın işçi sınıfından tekrar halka döndüğü satırlarda sermaye düzeninin toplumsal adaletsizliği yerine gözünü sadece Erdoğan’ın kişisel iktidarının operasyonel temeli haline getirilen “yargı gücü”ne dikmesi de bu yetersizliğin bir başka örneğidir.

Adalet Yürüyüşü ve mitinge olduğunun ötesinde anlamlar yükleyerek en sonunda da adaletin yerel/merkezi örgütlenmelere dayanan bir kitle hareketi olarak örgütleneceği, gündelik sokak taktikleriyle canlı ve sürekli kılınacağı söylenerek bir hayal pazarlanmaktadır. Bu haliyle, ütopik sosyalistlere rahmet okutacak bir idealizm söz konusudur.

Önal’ın ileri sürdüğü sosyalist hareketin yeni sokak hareketleriyle kopukluğu da aslında bu idealizmden ileri gelmekte. Sol herhangi bir toplumsal kesim ve talebin temsiliyetini üstlenmeden, mücadele kitlenin önderliğini almadan bir arpa boyu yol alamamakta, tekrar tekrar aynı şeyleri deneyip farklı sonuçlar beklemektedir. Bu yüzden, siyaset yapmayı bırakmadan gerçek bir toplumsal güç olmanın altyapısını kurmayan bir sol ancak burjuva partilerinin ardından kitlelere güzellemeler yapmakla kendini avutuyor.

Dolayısıyla “devrimci teori” değil “doğru devrimci teori”, nihai biçimini ancak gerçek bir kitlesel ve gerçek bir devrimci hareketin pratik eylemliliğiyle “ilişki içine girdiğinde” değil “ilişki içinde” alacaktır.

Bir başka ifadeyle devrimci teori zaten en başından itibaren devrimci pratikle iç içedir, yalıtık bir şekilde bir kenarda durmamaktadır, dolayısıyla kitlesel ve devrimci bir sınıf hareketi ile ilk kez karşılaşması anlamına gelecek şekilde ilişki içine girmesi söz konusu olmaz. Dahası devrimci teori ile devrimci pratik bir bütünlük arz ettiğinden birbirilerini birlikte geliştireceklerdir. Dolayısıyla, zihinlerde var olan bir teorinin doğru olmasını bırakalım devrimci dahi olamayacağını ama bir devrimci pratiğin de devrimci teori olmadan var olamayacağını vurgulamak gerekir. Öte yandan, devrimci teori değil doğru devrimci teori vurgusuyla bu hareketi büyütecek, öncülük edecek ve devrimi gerçekleştirecek bir kanala akıtacak devrimci teoriden bahsedildiği de açık olmalıdır. Bu bağlamda, bir eşzamanlılık aramak ve pratikle karşılaşınca doğruyu bulan bir teoriden bahsetmek beyhudedir. Burada vurgulanan bir an değil bir süreçtir. Oysa, bu haliyle bahsedilen tam olarak Metin Çulhaoğlu’nun alıntı yaptığı makalede geçen haliyle bir kuyrukçuluk olmaktadır.

Elbette, bunun hayal satarak olmayacağı ve hele bir düzen partisinin ardında, kitlenin arasında kaybolarak olmayacağı da çok açıktır. Devrimcilik sinekten yağ çıkarırcasına umutlu ve iyimser olmayı gerektirir ama gerçekçi olmak en başta gelmelidir.

Tefrit: Kuyrukçu olmadığını kanıtlama uğraşı

Öte yanda, Metin Çulhaoğlu ise, elbette Önal’ın yazısından daha fazla gerçeklik duygusuna sahip olmaya çalışıyor. Ancak o da gerçekliği ters çevirmekte ayakları üzerinde tutarak değil kafası üzerine yerleştirerek ancak ismiyle kendisini ve siyasi tezlerini kurtarma peşinde gözüküyor.

Her zaman yaptığı gibi, kuyrukçuluk suçlamalarını karikatürleştirip absürtleştirerek işe başlamakta ve bu kez Lenin’i de kendi yanına çekmeyi deniyor.

Yazının başında da ifade edildiği gibi Çulhaoğlu Lenin’in söylediklerinden işine gelmeyenleri sırf bu nedenle açıkça gizlemekte ve “kuyrukçuluk” tartışmasını da Lenin’in açıkladığı bağlamın tamamen dışında ve dar bir alana hapsetmek istiyor.

Lenin’in makalesinin ana fikri olan kitleye öncülük yapılması ödevini hiç anmayan Çulhaoğlu esas olarak muğlak bir kavram olan “etkileme” ile yetinmek gerektiğini salık veriyor. Öncelikle, bir kez daha unutulanın işçi sınıfı ve/veya emek hareketi olması bir yana, bir kez daha tekrar etmek gerekir ki, bir burjuva partisinin siyasi kampanya ve eylemi ile o eyleme katılanlarla etkileşime girmek arasındaki farkı da silikleştiren bir yaklaşımın, Lenin öyle dememiş varsaysak bile, “kuyrukçuluk”tan öte hangi sıfatla nitelenmesi gerektiği de cevaplanmayı bekliyor.

Lenin’in makale boyunca vurguladığı henüz öncü partinin yeterince hazır olmaması ve bu koşullarda öncülüğün önemsizleştirilmesinin neden olduğu ölümcül etki iken meseleyi kendiliğinden hareketlerin peşine takılmak gibi sadece bir yanından tutarak açıklamak, öncülük tartışmasını ve kendiliğinden hareketin önderliğinin alınması gerektiği vurgusunu görmezden gelip Lenin’in basitçe sosyalist öznenin kendiliğindenliğin “önünde eğilmeyip” bir siyasal aktör olarak hareketin düzeyini yükseltmesi, onu siyasallaştırması gerektiğini düşündüğünü söylemek, dahası Lenin sadece ve mutlak olarak öncülük derken bunu
kendiliğinden hareketin dışında durulmasını değil içerden etkilenmesini, “düzeyinin yükseltilmesini” savunduğu olarak dile getirmek açık bir el çabukluğu çabasıdır.

Ancak yazıda verilen bağlantıya tıklayan ve İngilizce bilenlerin fark ettiği üzere Lenin’in bu makalede yazdıkları Çulhaoğlu’nun çizdiği pembe tabloya sığmamaktadır.

Çulhaoğlu, sormadığı soruya cevap vermeyi tercih ediyor. Soru “Güzel de, bir düzen partisinin (kendiliğindenlik taşımayan) herhangi bir eylemine katılmak peşinen kuyrukçuluk mu sayılmalıdır?” olduğu halde, cevap anlamına gelen yazısı kendiliğinden işçi sınıfı veya emek hareketi üzerine Lenin alıntılarıyla süslenerek yazılan ve sonunda kendiliğinden olmayan bir düzen partisi eylemine katılmak için meşruiyeti kendi taleplerini dillendirme, hareket içindeki insanlarla etkileşime girme, kendi varlığınızı başkalarına fark ettirme, daha sonra izlenecek yollar önerme, kendi propagandanızı yapma iddiasıyla geçiştiren bir manzumeden ibaret kalıyor.

Bunları yazmak için Lenin’in de kirletilmek istenmesi asıl sorunu oluşturuyor. Ne olduğu bilinmez bir “taş devri Leninizmi” ile gölge dövüşü yapan Çulhaoğlu’na, Lenin’in söylediği gibi alıntı yaptığı makaledeki “Sosyal demokrasi, demokrasi mücadelesindeki öncü olarak, çeşitli muhalif katmanların eylemlerine öncülük etmeli, onların iktidarla olan kısmi ya da mesleki çatışmalarının genel siyasi önemini onlara açıklamalı, onları devrimci partiyi desteklemek için harekete geçirmeli ve kendi saflarından tüm muhalif katmanlar üzerinde siyasi etki uygulamayı becerebilecek önderler eğitmelidir. Bu işlevin her türden reddi, kendisini proleter mücadeleyle yakın, organik bağlar kurmaya ilişkin ne kadar süslü sözlerle ifade ederse etsin, yeni bir ’kuyrukçuluk savunusu’na, Sosyal Demokratlar açısından ulus ölçeğindeki demokratik hareketin arkasından kuyrukçuluk yapma savunusuna eşdeğerdir; önderliği burjuva demokrasisine terk etmek ile eşdeğerdir” sözleri yeterli cevabı vermektedir.

Yoksa kimse Adalet Yürüyüşü ve mitinge katılan kitleye nüfuz edilmesini imkansız saymamakta ama “CHP eyleminin” öncülüğünü alma iddiası taşımayan yaklaşımların, üstelik bu yaklaşım sahiplerinin bu türden kalabalıkların küçük bir kesri dışında gerçek bir etkileşim yakalama şansları da olmayacak denli zayıf olduğu durumlarda önderliği bütünüyle burjuva demokrasisine terk ettiğini görmektedir.

Çulhaoğlu için söylenebilecek tek söz, umduğu gibi ileride kendiliğinden ya da örgütlenmiş, ancak bu kez “etkilenebilir” fetvası verilen başka kitlesel eylemler, hareketler olursa hep birlikte içinde yer alıp alınmayacağı bilinemese de, son 20-30 yıllık politik macerasından öğrenildiği üzere, daha kitlesel bir politik özne ortaya çıktığında bir kez daha kendisini orada görmek isteyeceğinden emin olunması gerektiğidir.

NOTLAR:

(1) http://sendika52.org/2017/07/halkin-adaleti-hareket-teoriye-uymuyorsa-yine-de-hareketi-secmeliyiz-deniz-h-onal/

(2) http://ilerihaber.org/yazar/kuyrukculuk-nedir-73905.html

(3) https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1901/dec/06.htm