Bir anlatı ustası olarak Yılmaz Güney

Yazarımız Yalım Oktay, ölüm yıldönümünde sosyalist sinemacı Yılmaz Güney'i yazdı.

Bir anlatı ustası olarak Yılmaz Güney

Yalım Oktay

Türkiye gerek sinema yapımında, gerekse sinema yazımında çokça eksiği içinde barındıran bir ülke. Bu nedenle ülkemizin sayılı auteur yönetmenlerinden, başlı başına bir çalışma konusu olabilecek Yılmaz Güney hakkında yazılan derli toplu bir kuramsal çalışmaya ulaşmak neredeyse imkânsız.  Onun hakkında yazılan şeyler de, bir anı derlemesinden, hatıratta kalanlardan daha fazlası değil. Yılmaz Güney’in, “bir kişi” olarak belki değil ama bir sinemacı olarak fazlasıyla hakkının yendiğini düşünüyoruz.

Auteur yönetmen kavramına ilişkin yapılan genel geçer “kendine ait bir tarzı ve anlatısı olan yönetmen” tarifi eksiklidir. Çünkü auteur yönetmen bundan daha fazlasıdır. O evrensel insanlık ideallerine bağlı, bunu yeniden üreten ve ulusal sinema inşasına katkı sunan yönetmendir. Bugün, Güney’in auteur yönetmen sıfatını es geçer, yalnızca göz yaşartan bir hikayeler silsilesi olarak ele alırsak, Güney’e en büyük haksızlığı biz yapmış oluruz.

Bakın yoldaşı, arkadaşı Tuncel Kurtiz, Güney Dergisi’ne verdiği röportajda ne demiştir Yılmaz Güney için: “Yılmaz bir hikayeci idi. Yazdığı sayısız hikaye vardı. Umut ve Seyithan bunların başlangıcıdır”.  Tuncel Kurtiz’in aktarımları üzerinden Güney’in hikâyeciliğini geliştiren en önemli unsurun aynı zamanda iyi bir okuyucu olduğunu görürüz. Şöyle devam eder Kurtiz: “Benim tanıdığım dönem Yılmaz, dünya edebiyatı ile haşır neşir, Maksim Gorki’yi, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Ange Gudi’yi, Mana Strati’yi, Orhan Kemal’i iyi bilen ve romancı olmaya giden bir adam idi”

Örneğin Umut… Hem Türkiye sinemasında hem de Güney’in hikâyeciliğinde bir dönüm noktası olarak kabul edilen Umut, yönetmenin politik sinemasının şekillenmesinde önemli bir rol oynar. Umut filminin Güney’in filmografisinde bu kadar özel bir yer tutmasının ana nedeni, ajit-prop bir anlatım tarzından sıyrılarak, öyküleme tekniğinde ciddi bir sıçrama yaratmış olmasıdır. Umut, yapısı ve taşıdığı anlam itibari ile diyalektik bir biçimde birbirini doğuran ve bütünleyen öğeler ile bezenmiştir. Bu nedenle benzersiz bir kapitalizm eleştirisidir. Umut belki de Yılmaz Güney’in görünenden ve anlatılanlardan daha fazlası olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

Onat Kutlar’a kulak verecek olursak;  “Türk Sineması, Yılmaz Güney’den önce de gerçekçi denemeler yapmıştır. Ama bu filmler, Yeşilçam’ın ‘geleneksel abartılı ve melodramatik’ üslubundan kurtulamamışlar, bu yüzden de inandırıcı olamamışlardır. Buna karşılık Umut, hem senaryosu ve görsel dili, hem de başta Yılmaz Güney olmak üzere oyuncularının olağanüstü başarısıyla, ülkemizin gerçeklerini, kırsal kesimin sert ama insancıl atmosferini güçlü bir biçimde dile getirmiş, tüm Türk ve yabancı seyirciler için inandırıcı olmuştur”.

Ya da 1978 yapımı Sürü…

Sürü, Türkiye sinemasının en zengin, en çok insan malzemesi içeren senaryolarından bir tanesidir. Film doğuda bir aşiret üzerinden değişen üretim ilişkilerini, feodaliteyi toplumsal gerçekçi bir üslup ve didaktik anlatım yapısı ile anlatır.

Bugün sayısız “bağımsız” yönetmenin, sayısız “bağımsız” filmi ile Türkiye sinemasında yapı taşlarını yerinden oynattığı iddiasını dinliyoruz, işitiyoruz. Ama baktığımızda gerçekten özgün ama bunun yanında yaşadığı topraklara ayaklarını son derece sağlam basan yapıtların sayısı bir elin parmağını geçmiyor. Evrensel değerler derseniz o da hak getire. Sinikliğin, teslimiyetin, bunalımların, kişisel hezeyanların yığınından başka bir şey değil bize film diye kakalanan. Yapmak istediği filmi daha kendisi anlayamamış yönetmenlerin, “seyircinin kendisini anlayamadığı” iddiaları ile dolu güya sinema kuramına hizmet eden akademik makaleler.

Kategorik olarak, kendi alıcısına daha acımasızca davranan başkaca bir sanat dalı yoktur kanımca. Bu kişisel bir değerlendirmenin ötesinde, yıllarca akademik alanda bir şeyler yapmaya çalışan birinin naçizane gözlemidir. Katılmayanlar olacaktır. Ancak bir ressamın, bir heykeltıraşın, bir müzisyenin, kendi ürününün alıcısına bu denli hoyrat davrandığını, kendisini anlamamakla suçladığını duydunuz mu?

İşte Yılmaz Güney’i bu kadar büyük yapan, seyirciye evrensel idealler adına duyduğu saygı ile arasına koyduğu mesafenin uyumudur. Örneğin, onun ikinci tutukluluk döneminde, Hasan Tahsin’in hayatını filme çekmek için yoğun bir araştırma dönemine girdiğini bilen sinema kuramcısı sayısı çok azdır. Ya da Mahir Çayan’ı evinde sakladığı akademide herkesçe bilinirken,  filmlerini inşa ederken kullandığı diyalektik materyalist yöntem es geçilir. Orasından burasından çekiştirilirken, Yılmaz Güney’in ele aldığı konuyu, sınıfsal konular üzerinden nasıl da ustalıkla anlattığına pek değinilmez.

Türkiye sineması Yeşilçam’ın ağlak melodramları ile 2000’lerin teslimiyetçi-postmodern örnekleri arasında, Yılmaz Güney ve ismi buranın konusu olmayan birkaç yönetmen sayesinde kimliğini bulmuş ve nefes alabilmiştir.

Evet, Yılmaz Güney’in sosyalist kimliği ki kendisi bütün sosyalistler gibi bunu gizlemeye tenezzül etmemiştir, ısrarla hatırlatılması gereken bir durumdur. Ancak bu kimliğin yansımalarını en iyi filmlerinde göreceğimiz gerçeği sürekli es geçilmiştir.

Bir yanlış anlamayı önceden düzeltmek adına, bu yazı biraz da çuvaldızı kendimize batırmak sureti ile asla izleyiciyi ve onu sahiplenen kitlelere değil, çoraklaşmış, içi boşaltılmış, ruhsuz sinema akademisine bir cevaptır.

1984’ün 9 Eylül’ünde, aramızdan “madden” ayrılan Yılmaz Güney’e, öncelikle biz sinemacılar olarak borcumuzu ödeyelim diye…