Bir 27 Mayıs analizi

Ekim İsmi'den 27 Mayıs'a dair bir değerlendirme yazısı kaleme aldı.

Bir 27 Mayıs analizi

27 Mayıs 1960’un üzerinden elli yedi yıl geçti. Darbe miydi ihtilal miydi, demokrasiyi kesintiye mi uğrattı yoksa demokrasinin önünü mü açtı tartışmaları halen bir şekilde devam ediyor. Hatta güncel siyasetin salınımlarına bağlı olarak 27 Mayıs tartışmaları oldukça güncel hale de gelebiliyor.

Açık olan ve 27 Mayıs’la ilgili tartışmaların zeminini de oluşturan bazı görünür faktörler var.

27 Mayıs yapılış şekli ve uygulamaları açısından diğer askeri müdahalelerden farklı yönler barındırır. 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri emir-komuta zinciri içinde yapılırken, 27 Mayıs’ta hiyerarşi dışı bir durum vardır. 12 Mart’ta Genelkurmay Başkanı ve üç kuvvet komutanının imzasını taşıyan muhtıra TRT spikeri tarafından okunurken, 12 Eylül’de spikere gerek duyulmamış, muhtırayı bizzat Kenan Evren okumuş, 27 Mayıs’taysa bu işi albay rütbesindeki Alpaslan Türkeş yapmıştı. NATO üyesi bir ülkenin ordusunda emir-komuta zincirini bozan bir müdahalede bulunulması, sonraki yıllar göz önüne alındığında, müdahaleyi gerçekleştirenlere “milli”, “bağımsızlıkçı” bir gözle bakılması sonucunu doğurmuştu.

İkinci olarak, müdahale sonrası uygulamaların hedefindeki ilk politik pozisyon “sol” olmamıştır. 12 Mart ve 12 Eylül ülkenin solunu budamak için harekete geçmişken, 27 Mayıs’ın hedefinde Demokrat Parti iktidarı vardı. Burada, nesnel bir gerçeklik olarak, 27 Mayıs öncesi güçlü bir sol hareket olmadığını belirtmeliyiz. Solun 1946 yılında yaptığı hamleler fiili olarak engellendikten ve 1951 TKP tevkifatı yapıldıktan sonra ülkede somut, elle tutulur bir sol özne kalmamıştır. 27 Mayıs öncesi politik düzlemin iki ana aktörü DP ve CHP ya da Menderes ve İnönü’dür. Talihsizliğe bakın ki, CHP bu tabloda solda kalan/solu temsil eden parti olmuş ve günümüze kadar da bu yanılgının nimetlerinden bolca faydalanmıştır.

Dikkat çekilmesi gereken bir diğer farklılıksa, ellerindeki program doğrultusunda yaptıklarının toplumsal alana etkileridir. 1961 Anayasası önemli bir belge olarak ortadadır ve 27 Mayıs’tan sonraki on yıl düzen dışı dinamiklerin kitleselleştiği, işçi sınıfının ve sosyalizmin politik alanda ağırlığını ciddi oranda hissettirdiği bir dönem olmuştur. ’61 Anayasası’nın temel hak ve özgürlükler kapsamında sağladığı olanakların bu yükselişe pozitif bir katkısı olduğu yadsınamaz bir gerçekliktir.

Peki, sıraladığımız bu üç görünür faktöre bakarak 27 Mayıs müdahalesinin ilerici olduğunu söyleyebilir miyiz?

Görünür faktörler, önemli olmakla birlikte, sorduğumuz soruya yanıt oluşturmak için yeterli değiller. İlerleme fikri/ilericilik nitelemesi öz itibariyle uzunca bir süredir işçi sınıfına ve siyasal öncüsüne aittir. Sınıfsal çıkarlar ve tarihsel boyut göz ardı edilerek, gündelik tepkilere ve sonuçlara bakılarak “ilericilik” tanımı yapmaya çalışmak kuzey kutbunda manyetik pusulayla kuzeyi bulmaya çalışmaktan farklı olmayacaktır. Baktığınız her yön doğru yönmüş gibi görünecektir.

Bu açıdan 27 Mayıs’ı yerli yerine oturtmak iç ve dış dinamiklerle, sermaye birikim süreçleriyle, ekonomik ve politik parametrelerin değişimi ya da sürekliliğiyle ve dönemle birlikte ele alındığında mümkündür. Bu kriterlerle bakıldığında görülecek olansa 27 Mayıs’ın kapitalist-emperyalist düzenle ve onun yönelimleriyle uyumlu, bu düzenin ihtiyaçlarına yanıt üretmek isteyen bir karakter taşıdığıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası yeniden oluşan dünyada sosyalist ve kapitalist kutuplar arasındaki mücadele tekil ülkeler için içte ve dışta tam anlamıyla belirleyicidir ve 27 Mayıs müdahalesi gerek ekonomik gerekse politik yönelimleri açısından kapitalist kutbun sergilediği yönelimlerle oldukça uyumludur; tıpkı 12 Mart ve 12 Eylül gibi… Vurgulamak gerekir, bu özellikler yukarıda sıraladığımız farklılıklara göre çok daha belirleyici ve öze ilişkin özelliklerdir.

Örneğin, 27 Mayıs’ta Türkeş’in okuduğu bildiride “Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz. Gayemiz, Birleşmiş Milletler Anayasası’na ve insan hakları prensiplerine tamamen riayettir. Büyük Atatürk’ün ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ prensibi bayrağımızdır. Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve CENTO’ya inanıyoruz ve bağlıyız. Düşüncemiz ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’tur.” denirken 12 Eylül’de Kenan Evren’in okuduğu bildiride de “Türkiye Cumhuriyeti, NATO dahil tüm ittifak ve anlaşmalara bağlı kalarak, başta komşularımız olmak üzere bütün ülkelerle karşılıklı bağımsızlık ve saygı esasına dayalı, birbirlerinin iç işlerine karışmamak kaydıyla eşit şartlar altında ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkilerini geliştirme kararındadır.” deniliyordu. (*)

27 Mayıs’la ilgili tartışmalarda bütün bu yazdıklarımız dışında üzerinde durulması gereken, 27 Mayıs’ı güncel olarak tartıştıran, bir nokta daha var. AKP iktidarı 15 Temmuz darbe girişimiyle 27 Mayıs arasında ve Tayyip Erdoğan’la Adnan Menderes arasında benzerlikler kuruyor ve bu bağlantı üzerinden politik ve ideolojik bir salgı üretiyor.

Benzer bir kurgu 27 Mayıs’ın ilericiliğine dönük atıfların kaynağında da bulunuyor. Basit bir ifadeyle, gerici bir siyasal partiyi gerileten müdahalenin nesnel olarak ilerici olduğu vurgulanıyor. Tabii, Türkiye ve 27 Mayıs özelinde öncü kadroların pozisyonu, burjuva devrimin nasıl gerçekleştiği, toplumsal yapıdaki zaaflar/eksikler ve bunları gidermek için uygulanacak strateji de oldukça önemli hale geliyor. Asker, bürokrat, aydın, gençlerden oluşan “zinde güçler”in bir darbeyle iktidarı ele geçirmesine dayanan strateji mesela. Ülkedeki en büyük eksik olarak gördükleri milli demokratik devrimi gerçekleştirmek için bu stratejiye sarılanların aklının bir köşesinde 27 Mayıs’ın, hedeflerinin arasında da gerici toplumsal yapının alt edilmesinin olduğu unutulmamalıdır. Anlaşılabilir, saygı da duyabilir ama doğru olmadığı ve işçi sınıfı mücadelesini on yıllarca meşgul ettiği de bilinmelidir.

AKP’nin kurduğu benzerliklerse ilginçtir. Türkiye’deki politik yapıyla ilgili önemli ipuçları sunmaktadır. Bunun için DP’nin pratiğine birazdan yakından bakalım.

Demokrat Parti 7 Ocak 1946’da kuruldu. Kuruluştaki dört önemli ismi, Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan CHP milletvekilleriydi. Savaş sonrası dönemde Türkiye kendi pozisyonunu arar ve emperyalizmle bütünleşme adımlarını atarken siyasal yapının da bu anlamıyla yeniden ele alınması ve çok partili sisteme geçişin uygulanması hedefleniyordu. Birleşmiş Milletler Anayasası’nın San Fransisco’da imzalanması, Missouri zırhlısının Türkiye’ye gelmesi, Truman doktrininin ve Marshall yardımlarının başlaması, İnönü’nün demokratikleşmeyle ilgili yaptığı açıklamalar, Avrupa Konseyi üyeliği gibi adımlar DP’nin kurulmasıyla hükümet olması arasında atılan bazı adımlardı.

Bunlar dışında, ve belki bunlardan daha öncelikli, olan bir başlık da hayata geçirilmeye çalışılan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunuydu. O yıllarda, ekonomisi tamamen tarıma dayalı olan ülkede, çok az toprağı olan ya da hiç toprağı olmayan köylülerin oranı toprakla uğraşan nüfusun yaklaşık %85’i idi. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu topraksız veya toprağı yetmeyen köylüye yeterince toprak verilmesini, toprakların sınırlı sayıda kişinin elinde toplanmasının engellenmesini ve toprakların verimli bir şekilde işlenmesini hedefliyor, bunun için gerekli görüldüğü takdirde büyük toprak sahiplerinin arazilerini kamulaştırmayı kabul ediyordu. Kendisi de büyük bir toprak ağası olan Menderes kanuna verdiği sert tepkilerle ön plana çıkmıştı. Kanun Meclis’te görüşülmeden evvel 7 Haziran 1945’te Menderes, Bayar, Koraltan ve Köprülü’nün imzasıyla bir önerge verildi. Dörtlü Takrir diye bilinen önergede üç ana vurguda bulunuyorlardı:

1) Milli hâkimiyetin en tabiî neticesi ve aynı zamanda dayanağı olan Meclis murakabesinin anayasamızın yalnız şekline değil, ruhuna da tamamıyla uygun olarak tecellisini sağlayacak tedbirlerin alınması.

2) Yurttaşların siyasî hak ve hürriyetlerini daha ilk Teşkilât–ı Esasiye Kanunumuzun gerektirdiği genişlikte kullanabilmeleri imkânlarının sağlanması.

3) Bütün parti çalışmalarının yukarıdaki esaslara tamamıyla uygun bir şekilde yeniden tanzimi.

Dörtlü Takrir reddedildi, ardından 11 Haziran 1945’te Topraklandırma Kanunu kabul edildi, ama hiç uygulanmadı. Sonraki süreçte Menderes, Köprülü ve Koraltan CHP’den ihraç edildiler, Bayar ise önce milletvekilliğinden sonra CHP’den istifa etti ve DP’nin kuruluşunu gerçekleştirdiler.

DP’nin 10 Ocak 1947’de gerçekleştirdiği 1.Büyük Kongresi’nde ilan ettiği Hürriyet Misakı bugün özellikle hatırlanması gereken bir belgedir. Şunlar söylenmektedir:

1- Vatandaş hak ve hürriyetlerini haleldar eder mahiyette olan ve Anayasamızın ruhuna ve metnine uymuyan kanun hükümlerinin kaldırılması.

2- Vatandaş reyinin emniyet ve masuniyetini sağlamak ve milli hakimiyet prensiplerini teminat altına almak maksatlarıyle seçim kanununda değişiklikler yapılması.

3- Devlet reisliği ile fiili parti reisliğinin bir zat uhdesinde birleşmemesi esasının kabulü.

DP 14 Mayıs 1950 seçimlerinde %52,68 oy aldı. Seçimde kullanılan tek dereceli liste usulü çoğunluk sistemine göre bir seçim bölgesinde kullanılan oyların salt çoğunluğunu alan parti o bölgenin milletvekilliklerinin tümünü alıyordu. DP seçim sisteminin avantajıyla 487 milletvekilliğinin 416’sını (8’i bağımsız aday), yüzde 39,6 oy alan CHP ise ancak 69 milletvekilliğini almıştı. Seçim sisteminin avantajlarını DP sonraki seçimlerde de kullanmıştır.
22 Mayıs’ta DP Genel Başkanı Celal Bayar ülkenin üçüncü cumhurbaşkanı seçildi ve hükümeti kurma görevini Aydın milletvekili Adnan Menderes’e verdi. Menderes’in kurduğu hükümet 2 Haziran’da güvenoyu aldı, ardından Menderes DP Genel Başkanı ve Başbakan oldu. 

DP’nin uyguladığı liberal ekonomi politikaları ilk yıllarda görece bir rahatlama yaratmıştı; NATO üyeliği, Marshall yardımları, emperyalizmin ihtiyaçlarına hizmet etmek için yapılması gereken ve yardımlar için şart koşulan altyapı yatırımları, tarımdaki makinalaşma vb. nedenlerle… Sonraki yıllarsa tam tersi bir tabloyu gösteriyordu, yardımlar kesiliyor, borç yükü ve dışa bağımlılık artıyordu; 4 Ağustos 1958’te dolar 2,80 TL’den 9 TL’ye çıkarılıyordu mesela.

Bununla birlikte DP iktidara geldiği andan itibaren hem dini referansları yoğun olarak kullanmaya başlamıştı hem de otoriterleşiyordu. Parti kapatıyor, CHP’nin tüm malvarlığına el koyuyor, muhalifleri bastırmak için kanunlar çıkarıyordu. Öyle ki, basının iddialarını ispat etme hakkını ellerinden alan bir yasa bile çıkarıldı. 1960’a doğru DP’nin baskı uygulamaları iyice arttı, muhalefet çalışma yapamaz hale getirildi; İsmet İnönü neredeyse gittiği her yerde saldırıya uğrar, hatta linç edilmeye çalışılır hale gelmişti. Kurulan Tahkikat Komisyonu ve Vatan Cephesi çalışmaları içteki gerilimi iyice artırıyor, Said-i Nursi türü şeriat yanlılarının siyasetteki etkinliği iyice artıyordu.

Dış politikadaki tablo da farklı değildi. Tüm dış politikası iki kutuplu dünyanın dengesi üzerine kurulu ve emperyalizme bağımlı şekillenen Türkiye’nin komşularıyla ve etrafındaki bölgelerle ilişkisi de aynı perspektifle şekillenmişti. ABD’nin Sovyetler Birliği’ni çevreleme politikasının araçları olan Balkan İttifakı’nın ve Bağdat Paktı’nın üyesi olundu. İsrail tanındı. Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’daki anti-emperyalist hareketlere ve iktidarlara karşı tavır alındı. Kıbrıs sorunu hem dış hem de iç politikanın önemli bir enstrümanı oldu; 6-7 Eylül olayları gerçekleşti.

1960’a doğru yaşanan politik ve ekonomik sıkışma, dış politikada da karşılığını bulmuştu. Yıllardır yapılan ve aslolarak Türkiye’yi büyük bir pazara çeviren, tüketimi destekleyen ABD yardımları kesilmiş, talep edilen dış yardımlar reddedilmeye veya ağır ekonomik kararların alınması şartıyla verilmeye başlanmıştı. Menderes iktidarının bu tabloya karşı çözümü tüm dış politikasını üzerine kurduğu paradigmayı bir koz olarak kullanmak oldu. Sovyetler Birliği ile ekonomik ve politik ilişkiler kurulmaya başlandı. 1960 yılında Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile bu şekilde ilişkiler kurması emperyalizm açısından kabul edilemezdi. Türkiye emperyalizm için önemli ve vazgeçilmezdi, ama Adnan Menderes iktidarından pekala vazgeçilebilirdi!

Hasılı içeride ve dışarıda gerilim artıyor, ekonomi ise sürekli kötüye gidiyordu. Menderes ise tutumundan vazgeçmiyor, akademiye “kara cüppeliler”, orduya “Battal Gazi ordusu” diyordu.
21 Mayıs 1960’ta Harbiyeliler bir yürüyüş yaptılar, 27 Mayıs’ta müdahale gerçekleşti. 27 Mayıs’ı yapanların NATO ve CENTO’ya bağlılıklarını vurgulamaları, ABD füzelerinin Türkiye’ye yerleştirilmesine izin vermeleri, ekonomik ve siyasal yapıyı emperyalizmin istediği şekilde organize etmeye çalışmaları 27 Mayıs ile emperyalizm arasındaki uyumu da gösteren örnekler oldu.

Nitekim, Demokrat Parti’nin sergilediği siyasal pratiğin, AKP’nin sergilediği siyasal pratikle ciddi benzerlikler taşıdığı görülmektedir. Amerikancılıkları, sermaye yanlılıkları, dini siyasetin etkin bir enstrümanı haline getirmeleri, otorite ve şiddet düşkünlükleri, oy aldıkları bölgeler vb. örtüşmektedir.

Peki, AKP’nin de bir mağduriyet aracı olarak kullandığı, sonları da benzeyecek midir? Tartışılabilir. Dikkat edilmesi gerekense, tüm benzerliklerine rağmen bu iki partinin farklı dönemlerin partileri olduğudur. Başta cumhuriyet olmak üzere, çok şey değişmiştir. En basitinden AKP’nin didiştiği değil, bir anlamıyla kendi elleriyle kurduğu, uyum içinde çalıştığı bir ordu ve bürokrasi vardır. Yani, düzenin içinde düzeni değiştirecek bir dinamik aramak gerçekçi olmayacaktır.

 

(*) Benzer cümleler 15 Temmuz gecesi okunan Yurtta Sulh Konseyi’nin bildirisinde de yer alıyor: “Devletin yönetimi teşkil edilen Yurtta Sulh Konseyi tarafından deruhte edilecektir. Yurtta Sulh Konseyi Birleşmiş Milletler, NATO ve diğer tüm uluslararası kuruluşlarla oluşturulmuş yükümlülükleri yerine getirecek her türlü tedbiri almıştır.”