Şeriat üzerine bir somutlama ve Laik Türkiye

Varlığı duyularla algılanabilen, maddesel olanın “somut”; varlığı duyularla algılanamayan, düşünsel yollarla kavranabilenin ise “soyut” olduğu kabalaştırmasıyla başlayalım. Somut varlıkları algılamak “olağan koşullarda” soyut varlıklara göre kolaydır. Çünkü duyu organlarınız vardır, görürsünüz, işitirsiniz, dokunabilirsiniz, koklayabilirsiniz, dilerseniz tadına da bakabilirsiniz. Geçmişinizden getirdiğiniz bilgi birikimi, önünüzde duran somut varlığın ne olduğunu algılamanız konusunda yararlı olacaktır. Genel hatlarıyla böyledir.... View Article

Şeriat üzerine bir somutlama ve Laik Türkiye

Varlığı duyularla algılanabilen, maddesel olanın “somut”; varlığı duyularla algılanamayan, düşünsel yollarla kavranabilenin ise “soyut” olduğu kabalaştırmasıyla başlayalım.

Somut varlıkları algılamak “olağan koşullarda” soyut varlıklara göre kolaydır. Çünkü duyu organlarınız vardır, görürsünüz, işitirsiniz, dokunabilirsiniz, koklayabilirsiniz, dilerseniz tadına da bakabilirsiniz. Geçmişinizden getirdiğiniz bilgi birikimi, önünüzde duran somut varlığın ne olduğunu algılamanız konusunda yararlı olacaktır. Genel hatlarıyla böyledir.

Soyut varlıkları algılayabilmek ise yine “olağan koşullarda” görece daha zordur. Duyularınızla algılayamazsınız, düşünsel yollarla kavrayabilirsiniz ya da somutlamaya çalışırsınız. Bu nasıl olur? Betimleme ile olabilir sözgelimi, ya da diğer temsil biçimleri ile olabilir. Sözle, yazıyla, çizimle, görselleştirmeyle, kuracağınız ilişki biçimleriyle, mekân ile ve daha pek çok yolla somutlayabilirsiniz soyut olanı. Burası sizin gelişkinliğinize, yaratıcılığınıza, biriktirdiğiniz deneyimlere kalmıştır.

Bir inançtan, bir düşünceden, bir ideolojiden ve/veya bir düzenden söz ediyorsanız, bu gibi soyut kavramları “anlaşılır kılmak” için somutlamanız gerekir. Bir derdiniz varsa “anlaşılır olma” derdiniz de vardır. Anlaşılır olmak için de, anlatıcının (author), dinleyiciye (audience) hitap edebilmesi, seslenebilmesi, ilişki kurabilmesi gerekir. (*) Bu ilişki çeşitli biçimlerle olabileceği gibi, en etkili yollarından biri betimlemektir. Üzerinde durulması gereken ise anlatıcı ile dinleyici ilişkisinin, etken-edilgen ikiliğinde kurulduğudur. Author, anlatmaya/konuşmaya devam ettiği ve audience, edilgen olduğu ve dinlemeye devam ettiği sürece, bu dinleyici/okuyucu, anlatıcının etkenliğindeki nesnel olmayan, öznel somutlamanın nesnesi olarak kalacaktır.

“Olağan koşullarda” dedik.

Derin bir akıl tutulmasının yaşanmakta olduğu, “olağan” ve “olağan-üstü”nün içiçe geçerek olağan-üstünün olağanlaştığı, Author’ların authoritarian’leştiği, oligarşinin monarşiye evrildiği bir dönemdeyiz.

Söylemleri din temelli olan, monarklaşma çabasında olan bir Otoriteryen’in felakete doğru sürüklediği Türkiye’yi, karanlığın, gericiliğin, sapkınlığın, akıldışılığın Türkiyesi’ni hep birlikte yaşıyoruz. Dinleyicinin sessizce dinlemeye devam ettiği, ve buna bağlı olarak anlatıcının daha da dayatmacı hale geldiği, günlük yaşamı akıl ve bilimin değil, dini inancın –bizim özelimizde Sünni-İslâm’ın– biçimlendirmeye başladığı Türkiye: Yeni Türkiye.

İnanç, düşünce, ideoloji ve/veya düzen dedik. Tek başlarına soyut olan bu kavramları bir arada kurgulayıp, betimleme yoluyla somutlayalım.

Toplumsal dayatmalar sonucu “inanç” denildiğinde aklımıza ilk gelenlerden ve günümüzün de en yakıcı kavramlarından birisi “din” kuşkusuz. İnanç olarak dinin somutlaması yapılacak olduğunda, din düşüncesini, bu düşüncenin doğurduğu ideolojiyi, ve bu ideolojinin düzenini de somutlamak gerekir: Şeriat düzeni.

Peki, bu somutlamayı nasıl yapacağız? Yalnızca ajitatif bir anlatım ve bir başka “otoriteryen” –ya da daha alışık olduğumuz deyişle, “otoriter”– yaklaşımla yapıp kendi doğrularımızı mı dayatacağız, yoksa yeterince dinlemiş edilgen dinleyicinin artık ayağa kalkıp sözünü söylemesi ve etken bir tutum alması kaygısıyla mı yapacağız?

Bu yazı, olabildiğince nesnel bir anlatım çabasıyla kurgulandığından biz bu somutlamayı fizik-mekânın sonucu olan günlük yaşantı üzerinden yapacağız. Nedeni basit: Yaşam, mekânda geçer. Zamansız mekân olmayacağı gibi, mekânsız zaman da olmaz. Ve tarihi “sınıf savaşımları tarihi” olarak kavrıyorsak, sınıfın yarattığı, içinde yaşadığı ve mücadele ettiği mekânları, hem bir neden hem de bir sonuç olarak, yaşama biçimi ve üretim ilişkilerinin somut göstergeleri olarak görmek durumundayız.

* * *

Bir ülke düşünün.

Şeriat hükümleri anayasa olarak kabul ediliyor. Din, devletin bütün araçlarını kullanarak, toplum yaşantısını doğrudan belirliyor. Devlet Başkanı, Monark. Yasama, yürütme ve yargı; doğrudan monarka bağlı. Hükümeti, Monark ve ailesi oluşturuyor. Tanımlı/yasal bir Bakanlar Kurulu yok, monark sarayından, bir merkezden verilen emirler ve “zor aygıtları”nın etkin kullanımı ile ülke yönetiliyor(!) Bakanları Monark atıyor. Toplumun herhangi bir söz hakkı yok, meclis yok, parti veya benzeri bir siyasi örgütlenme yok, seçim yok. Özgürlük yok, eşitlik yok, kardeşlik yok.

Şöyle de diyebiliriz: “Şeriat düzeninde yaşayan bütün yurttaşlar eşittir, parası olanlar diğerlerinden daha eşittir.”

Bir ülke düşünün.

Emperyalizmin avcunun içinde bir ülke. Amerikan-İngiliz başta olmak üzere çokça yabancı şirketin, ülkenin en önemli doğal kaynaklarını sömürdüğü bir ülke. Emperyalistlerin, uluslararası anlaşmalar yoluyla kendi şirketlerini sokarak her türlü arama-tarama çalışmasını yaptığı, yer-altı ve yer-üstü bütün doğal kaynakları çıkardığı, işlediği ve işlettiği, sattığı, kendi ürünlerini pazarladığı, bu ürünleri satabilmek için gereken bütün altyapıyı yine kendi şirketleriyle yaptığı bir ülke. Bölgesel olarak paylaşılan pazarlara göre; Amerikan, İngiliz ya da Alman otomobillerinin, son teknoloji ile yapılan otobanların, yolların, köprülerin üzerinde cirit attığı bir ülke.

Bir ülke düşünün.

Bilimin ve bilimsel ürünlerin “gavur icadı” sayıldığı ancak kendi halkını son teknoloji ile baskılayan ve fişleyen bir ülke. Sınırlarından geçtiğiniz anda, fotoğraflarınızın çekildiği, parmak ve avuç izlerinizin alındığı, iletişim kurmak için kullandığınız telefon ve internet hatlarının da aynı fişlemenin ardından verildiği bir ülke. Bilimsel bir ilerlemenin yaşanmasına olanağın bile olmadığı, kalifikasyonun neredeyse hiç olmadığı, Amerikancı eğitim veren birkaç üniversitenin olduğu, bunların da, büyük sermaye sahibi ailelerin çocuklarını “yönetici” olarak yetiştiren bir ülke.

Bir ülke düşünün.

Kadınların toplumda yerinin hiçbir biçimde olmadığı bir ülke. Kadınların insan yerine koyulmadığı, yalnızca erkeklerin zevk nesnesi ve çocuk doğurup ev işlerini yapması gerektiğinin kabul gördüğü bir ülke. Kadınların, ailelerinden bir erkeğin vesayeti olmadan hiçbir şey ama hiçbir şey yapamadığı bir ülke. Kürtajın “haram” kabul edildiği, kadınların tecavüzcüleriyle evlendirildiği bir ülke. Kadınların bırakın bir araçla bir yere gitmeyi, sokakta bile tek başlarına dolaşamadığı, dışarı çıkarlarken de siyah çarşaf giyerek örtünmek zorunda olduğu bir ülke.

Bir ülke düşünün.

Her yüz metrede bir caminin ve polisin olduğu, akıldışı ve bilim-karşıtı vaazlarla gericiliğin camilerde örgütlendiği, namaz saatlerinde açık olan bütün dükkanların kapanıp yaşamın hepten durduğu, sokakta dolaşan biri varsa din polisi tarafından her türlü şer’i yaptırımın uygulanabildiği, akıldışılığın sınırlarının zorlandığı bir ülke. Şeriat hükümleri gereğince idam cezasının uygulandığı, Cuma günleri büyükkentlerin merkez camilerinde başların kılıca vurulduğu bir ülke.

Kısacası karanlık bir ülke.

* * *

Abartmıyoruz, bu anlatım bir kurgu değil, gerçeğin ta kendisi. Örnek ise yanıbaşımızda; Suudi Arabistan’a bir baktığımızda gerçeğin bunlar olduğu, Türkiye’nin de bu noktaya evrildiğini görebiliyoruz.

Şimdi çıkıp birileri “gerçek islam bu değil” demeye kalkışmasın çünkü gerçek islam tam da bu! Ama derdimiz bu değil; bizim derdimiz “anlaşılır olma” derdi. Bu yazının yazılma amacı da bu: Anlaşılır olmak, gericilerin ve onların etkisi altında kalıp da atılan “Şeriat isteriz!” naralarındaki “Şeriat”ın ne olduğunu gözönüne getirmek.

İçinde olduğumuz durum kimi yönleriyle -ne yazık ki- çok da farklı değil bu betimlemeden.

İşte tam da bunun için, Türkiye’nin bu betimlemedeki ülkeye benzememesi için “Laiklik” kavramını başa yazmamız gerekiyor. Çünkü bugün en basit anlatımıyla, laik olmadan sermaye düzeninin gericileştirmesine karşı koyamazsınız. Laik olmadan din ve devlet işlerini ayıramaz, kuvvetler ayrılığı ilkesini kavrayamazsınız. Laik olmadan kadın mücadelesinde yol alamaz, kadınların desteği olmadan siyasal iktidarı alamazsınız.

Şimdi bizim inşa etmek istediğimiz ülkeyi düşünelim:

Dinin, toplumsal yaşamda yer almayıp inançların bireysel olarak yaşanabileceği, sapık fetvalar veren Diyanet’in olmayacağı, din kültürü ve ahlak derslerinin hiçbir biçimde verilmeyeceği, inanma ya da inanmama özgürlüğünün güvence altında olduğu, ilericiliğin, aydınlanmacılığın, bilimin en gerçek yol gösterici olduğu Türkiye’yi düşünelim.

İşçi ve emekçilere kimsenin “şükret!” diyemeyeceği, şükretmeyenin kiralanamayacağı, kurallı çalışmanın yaşanacağı, gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan Türkiye’yi düşünelim.

Gençliğin gerici eğitim yuvalarında değil, çağdaş ve bilimsel eğitimin verildiği okullarda okuyacağı, düşünen, sorgulayan, anlayan, anlamakla yetinmeyip değişimin öncüsü kuşakların yetişeceği Türkiye’yi düşünelim.

Kadınların toplumun her noktasında yer aldığı, çağlar boyunca kadınlara yıkılan ev işlerinin ve çocuk bakımının toplumun kolektif olarak çözeceği Türkiye’yi düşünelim.

Biz komünistler, 6 Kasım’da “laiklik için buluşuyoruz!” Gelin, Laik Türkiye’yi, emeğin egemen olduğu Türkiye’yi, adlı adınca Sosyalist Türkiye’yi düşünelim!
(*): Literatürdeki en uygun karşılıklarıyla “Author” ve “Audience”. Author, dilimizde “anlatıcı” olarak karşılık bulsa da, “yaratıcı, düzen kurucu, eser sahibi, müellif”; “audience” ise, “dinleyici” karşılığının yanı sıra, “okuyucu, gözlemleyici, kitle” gibi anlamlara gelmektedir. “Otorite” ve “otoriter” sözcükleri; aynı kökten türeyen “authority” ve “authoritarian” sözcüklerinin dilimizdeki kullanım biçimleridir. Sözcüklerinin karşılıkları için: http://www.merriam-webster.com/