Burjuvazi ne zaman aldatsa bizi

Ben size yeni bir yöntem söyleyeyim. Benimkisi pek kestirme değil. Öyle benzemezlerin birliği ile birleşelim güçlenelim iddiaları yok. Benim müthiş yeni önerim “örgütlenmek”.

Burjuvazi ne zaman aldatsa bizi

Sene 1927; Genç cumhuriyetin öncü kurucu kadrosunun kendi içinde yaşadığı iktidar kapışmaları ve boynuz tokuşturmalarının son dönemi. Boynuzu kırılan köyüne dönüyor, sağlam çıkanlar “durmak yok” diyerek kendi düşüncelerine uygun bir ülke kurmaya çalışıyor.

İktidar denilen şey “örgütlü azınlığın örgütsüz çoğunluğu yönetmesidir” ya; bu yüzden olsa gerek savaşı kazanan esas güç hiç iktidar entrikalarına bulaşmadan çoktan köyüne dönmüşler bile bu tarihte. Çanakkale savaşında vinç bozulunca 215 kilo mermiyi omuzlayan Seyit Ali onbaşı on sene önce köyüne dönmüş odunculuk yapmaya başlamış.

Kurtuluş savaşının ilk döneminde meşruiyet kavgası veren Ankara hükümeti halkın sempatisini kazanmak için 11 Ekim 1920’de Baltalık Kanunu’nu çıkartır. Bu kanuna göre her köylü ailesi evlerinin yakınında bulunan iki hektarlık ormanlık araziyi kullanma ve işleme hakkı tanınır. Çanakkale savaşından sonra köyüne dönmüş ve Kurtuluş savaşına katılmamış olan Seyit Ali onbaşı zaten odun toplayıp, topladığı odunlardan kömür yapmaktadır ve muhtemelen bu yasadan o da faydalanmıştır. Ama dedim ya sene 1927. Lozan Barış anlaşmasından hemen sonra Baltalık Kanunu alelacele durdurulmuş bir yıl sonra 15 Nisan 1924 tarihinde 484 sayılı intifa kanunu ile “süreç” resmen son bulmuştur.

Süreç kelimesini özellikle kullandım. Çünkü kökten iktidar değişiklikleri üç temel süreçten oluşur. Bunların ilki isyan veya yıkış süreci olarak tanımlanabilir. Bu süreç ortak amaçta birleşmiş farklı kesimlerin alabildiğine kapsayıcı bir şekilde örgütlenip mücadele ettiği dönemdir. İleriki döneme göz kırpar bir havada müttefiklerden güçlü olanlardan biri bu dönemde “harcanabilir”.

İkinci süreç kuruluş sürecidir. Bu süreçte huninin ağızı daralmaya başlar ve bazı yasaların geçmesi için koalisyon ortaklarından bazılarının kellelerinin gitmesi gerekebilir. Son süreç iktidar sürecidir. Tüm yönelimler temizlenir güçlü olan iktidarı devam ettirir.

Bu süreçler siz bir şey hatırlattı mı? Evet, Recep Tayyip Erdoğan’ın çıraklık, kalfalık ve ustalık dönemleri. Düne bak, bugünü tahlil et. Bu yazıdaki konumuz bu süreçlerin derinlemesine bir analizi olmadığı için isterseniz biz ilk önce ikinci sürecin sonundan başlayalım.

1927-1928 arası bir tarihte Mustafa Kemal Havran’a gelir. –Bu tarih ikinci sürecin yavaş yavaş sönümlendiği ve üçüncü sürece geçildiği dönemdir.– Gelir gelmez de Seyit Ali Onbaşıyı sorar. Arar bulur getirirler Seyit Ali Onbaşıyı. Üstü başı kir pas içindedir. İlk önce hamama götürüler sonra da yeni bir kıyafet çekerler üstüne. Çıkarırlar paşanın yanına. Bir iki saat muhabbet ederler. Giderayak Mustafa Kemal, Seyit Ali Onbaşıya bir isteği olup olmadığını sorar. Seyit Ali Onbaşı: “Ben keçinin ardında meşe odunu topluyorum. Ondan kömür imal ediyorum. Havran ve Edremit’te aşçılara gece kaçak satıyorum ama ormancılar bize göz açtırmaz. Emrin olursa bize ilişmesinler”.

Lozan anlaşmasıyla uluslararası meşruiyet zeminini garanti altına alan Ankara hükümetinin artık geniş halk kitlelerin eskisi kadar ihtiyacı kalmamıştı. İlk olarak savaşın kazanılmasından en fazla beden ödeyen örgütsüz halk kitleleri iktidar ve söz hakkından uzaklaştırıldı. Ardından Kazım Karabekir ve diğer muhalifler Takrir-i Sükûn yasası ile köylerine dönmeye zorlanır. Takrir-i Sükûn bir sıkıyönetim yasasıdır, üç maddeden oluşur ve ilk maddesi şöyledir.

İrticaa ve isyana ve memleketin nizam-ı ictimaisini (toplumsal düzen) ve huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini ihlale bâis (bozmaya yönelik) bilumum teşkilât ve tahrikat ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı (örgütlenmeleri, kışkırtmaları, yüreklendirmeleri, girişimleri ve yayınları), Hükümet, Reisicumhurun tasdikiyle ve re’sen ve idareten men’e mezundur (kendi başına yasaklamaya yetkilidir). İş bu ef’al erbabını (bu eylemleri işleyenleri) Hükümet, İstiklâl Mahkemesi’ne tevdi edebilir.

Komünistlere yönelik yapılan üçüncü büyük saldırı olan 1927 Tevkifatı için iki sene geçerliliği olan Takrir-i Sükûn yasası 2 Mart 1927 tarihinde iki sene daha uzatılmıştır.

1927 Tevkifatı için üçüncü büyük saldırı dedim. Muhtemelen birini tahmin etmişsinizdir. Bu saldırı tabi ki Mustafa Suphi ve on dört yoldaşının Karadeniz’de kurulan bir kumpasta katledilmesidir. Peki ya ikinci saldırı? Bunu anlayabilmek için 1917-20 tarihine yani isyanın ve yıkım sürecinin ateşli günlerine dönmemiz gerekiyor.

***

1917 Ekim devrimi ardından birçok ülkede olduğu gibi Osmanlı topraklarında da Bolşeviklerin giderek yükselen prestiji kendiliğinden örgütlenmelerin ortaya çıkarmasına neden olmuştur. Birbirinden habersiz Selanik, İstanbul ve Bursa başta olmak üzeri Anadolu’nun birçok yerinde irili ufaklı onlarca Bolşevik yapılanma ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu enerjiyi açıklayacak en güzel örneklerden biri Sait Nursi’nin risalelerinde geçen şu paragraftır:

Sosyalizm, basit, sade bir hayatı takdim ediyor. Ona mukabil kimseyi dininden, imanından, namusundan büyük bir hisseyi feda etmeye mecbur etmediği gibi kimse de kendinden mecburiyet hissetmez. Sosyalistlik desatiri, İslamiyetin esasatını bozamaz; Şu medeniyet-i sefihe (Kapitalizm) bozuyor, hem çok pahalı düşüyor

Bir tarikat şeyhi için çok iddialı sözler değil mi? Bu enerjinin bir odakta toparlanması amacıyla merkezi bir komünist parti için çalışmalar başladı. Bunun ilk hamlesi 1918 yılında yapılan “Sosyalist Müslüman Doğu Halklar Kurultayı” olmuştu. 1920 yılında Bakü’de gerçekleşen kongre ile Türkiye Komünist Partisi yola çıktı. Kongrenin Bakü’de yapılmasının nedeni Ankara hükümetinin Anadolu’da kongre yapılmasına izin vermemesiydi. Ankara hükümeti ilk başlarda bu hareketi çok önemsemedi fakat kongreye katılan gözlemciden gelen mektup işlerin sanıldığı gibi olmadığını ortaya çıkardı. Temsilci kongrenin çok büyük bir coşkuyla tamamlandığını ve TKP’nin yakında bir ordu ile işgale direnmek için Anadolu’ya geleceklerini yazıyordu.

Bolşevikleri git gide daha fazla kurtarıcı olarak gören halk kesimleri, kendiliğinden ortaya çıkan Bolşevik köyler ve örgütler, son olarak da kendi ordusu ve partisi ile Anadolu’ya girmeye hazırlanan Türk Komünistler. Ankara hükümeti bu durumdan hiç hoşlanmadı. Mustafa Suphi’nin Ankara’ya gelmesi, komünistlerin Anadolu’ya dağılıp tüm Bolşevik grupları bir çatı altında birleştirmesi çok güçlü bir grubun ortaya çıkmasına belki de isyanın yönetimi almasına neden olabilirdi. Bu gidişatı durdurmak için daha sonraki yıllarda da defalarca uygulanacak her seferinde de işe yarayacak bir yönteme başvurdular. Kendileri bir Komünist Parti kurdular. TKP’nin kurulmasından yaklaşık 1 ay sonra 18 Ekim 1920 tarihinde Mustafa Kemal’in emriyle Türkiye Komünist Fırkası kuruldu.

TKF 95 yıldır Türkiye sosyalist hareketi tarafından birkaç ayrı tezle değerlendirildi. Bunun en yaygınlarından bir tanesi halen etkisini gösteren Ankara hükümetinin Sovyetler birliğinden destek alabilmek amacıyla kurmuş olmasıdır. Bu tezde iki temel eksiklik vardır. Birincisi TKF komintern tarafından tanınmamış oluşudur. İkincisi ise Ankara hükümetinin Sovyetler Birliği’ne duyduğu ihtiyaç kadar Sovyetler Birliği’nin de Ankara Hükümetine ihtiyaç duymasıdır. Hiç kimse yeni kurulan bir sistemin düşmanlarının burnunun dibinde koloni ve sömürgeler kurmasını istemez. Üstelik ortada git gide etkisini arttıran ve komintern tarafından tanınmış TKP var.

TKF’nin yayın organı olan Yeni Gün gazetesinde Mustafa Kemal “sevgili yoldaşlar” başlığını taşıyan yazısında “zengin ve fakirin ortak mücadelesinden bahsediyor” ve hayalciliğe karşı “gerçekçilik” söylemleriyle yazısını renklendirmiştir. Yeni Gün gazetesinin başyazarı Yunus Nadi ise direkt olarak TKP’yi hedef alıyor “bozgunculukla, hayalcilikle ve var olan potansiyeli heba etmekle” suçluyordu.

Bu yöntem burjuvazinin uzun yıllardır tüm dünyada kullandığı subop yöntemidir. Bir enerji biriktiğinde çeşitli araçlar geliştirerek enerji sönümlendirilir. Aynı 1970’ler de “halkım bana sosyalist diyorsa ben sosyalistte olurum ” diyen Bülent Ecevit CHP’si gibi. Aynı 1980’lerin sonunda tüm dünyada ortaya atılan Yeni Sol zırvaları gibi. Aynı AB’ye verilen tavizler ve Yorgo Papandreu basiretsizliği yüzünden dağılan Yunanistan’ın Merkez Sol partisi Panhelenik Sosyalist Hareket (PASOK) ardından enerjinin devrimci guruplara yönelmesini önlemek amacıyla parlatılan SYRİZA gibi. Ve aynı Gezi direnişinin enerjisini emmek için ortaya çıkan HDP gibi.

Evet, Burjuvazi ne zaman aldatsa bizi böyle haykırır. Bu çukura düşmeyenleri korkaklıkla, hayalcilikle, ajanlıkla suçlar. Peki, neden Türkiye Sosyalist hareketi her fırsatta birilerinin gölgesine saklanmaya çalışıyor, neden kendi bağımsız çizgisini kurmuyor, kurmak isteyenlere karşı ahlaksızca iftiralarla saldırıyor? Kimi zaman paradoksu yaratan anahtarı cebinde taşır. Uzun yıllardır her aşağı yukarı 10 senelik periyotlar içinde Türkiye Sosyalist hareketine kestirme yollar sunuluyor. Bu kestirme yollar bazen benzemezlerin birliği, bazen de birilerinin gölgesinde mücadele etmek oluyor. Her seferinde yeni bir şeymiş gibi ortaya atılıyor her seferinde sonucu yenilgi her seferinde sonucu sönümlenme oluyor. Bu sönümlenme yeniden bir enerji birikene kadar devam ediyor, sonra yeniden bir tuzak karşımıza çıkıyor ve sonuç yine aynı oluyor.

Ben size yeni bir yöntem söyleyeyim. Benimkisi pek kestirme değil. Öyle benzemezlerin birliği ile birleşelim güçlenelim iddiaları yok. Zaten 300 yıldır proleter harekette kestirme yol arayışları istisnasız bir şekilde liberal savrulmayala son bulmuştur. Benim müthiş yeni önerim “örgütlenmek”. Evet, evet bildiğimiz örgütlenme. Hani şu hiç ağzımızdan düşmeyen ama hiçbir zaman gerçek anlamda beceremediğimiz büyük iddiamız. Nasıl gerçekten bir parti olunabilir? Örgüt + Hareket denklemi mi? Evet, doğru fakat bu matematik formülü değil. Sen ekmeğini aldığın bakkala gazeteni okutamıyorsan, örgütün bulunduğun alanda insanların düğünlerine, cenazelerine gidip çiçeğini çelengini koyamıyorsa örgütün gerçekliği ortaya çıkmaz. Gerçek olmayan bir örgütten de hareket çıkmaz. Sakın yanlış anlaşılmasın, demek istediğim mahalle arasında dernek kurup iftar yemeği verelim,  devrim şehitlerinin ruhuna mevlit okutalım değil elbette. Fakat şunu bilmeliyiz dostlar, düzen insanların önüne eskisinden çok daha fazla engel koyuyor. Düzen insanlara bir bankamatikten parasını veriyor diğer bankamatikten geri alıyor. Düzen bir ay işsiz kalan bir emekçiyi yıllarca toparlanamayacak borçların içine sürüklüyor.

Bugün kapitalizmin orman kanunları her zamankinden daha vahşi ve acımasız. Bu yüzden örgütün gerçeklilik kazanması için sadece haklı olması yetmiyor. Haklılığımızın duyulması için büyümeye, örgütlenmeye ihtiyacımız var. Örgütlülük bir kriz durumu, bir aciliyet havasında değil hayatın sıradan ritmi içinde yaşatacak bir olgu olmalı. Bununla birlikte hayatın hemen her alanında örgütle kitlesi arasındaki “organik” bağ sürekli güçlendirilmeli. Biz hayatın her alanına dokunan gerçek bir örgütlülük kurduğumuz zaman hareket bunun üzerinden yükselecek ve parti bu ikisinin toplamından çıkacaktır. İşte o gün geldiğinde yoldaşlar ne burjuvazi bizi aldatabilecek ne de aldanmışların iftiraları bize zarar verebilecek. Ne benzemezlerin birliği ne de gölgesine saklanılan ağaçlar, biz yürümeyenleri arakamızda boş sokaklar gibi bırakarak yürüdüğümüzde geri kalan her şey çorap söküğü gibi gelecektir. Hiç şüpheniz olmasın…