Kanlı Cumartesi

Kanlı Cumartesi

14-10-2015 10:50

10 Ekim 2015 tarihi, tarihe kara bir gün olarak geçecek. Şu anki verilere göre 102 yurttaşımız yaşamını yitirmiş, 30’a yakını ağır olmak üzere 100’lerce yaralı var. Ankara Tren Garı katliamı olarak adlandırılabilecek bu bombalı saldırı ülkemizin sermaye iktidarında karşı karşıya kaldığı ilk katliam değil elbette. Ancak bugüne kadar gerçekleşen katliamların içinde ülkemiz siyaseti açısından büyük... View Article

10 Ekim 2015 tarihi, tarihe kara bir gün olarak geçecek. Şu anki verilere göre 102 yurttaşımız yaşamını yitirmiş, 30’a yakını ağır olmak üzere 100’lerce yaralı var. Ankara Tren Garı katliamı olarak adlandırılabilecek bu bombalı saldırı ülkemizin sermaye iktidarında karşı karşıya kaldığı ilk katliam değil elbette. Ancak bugüne kadar gerçekleşen katliamların içinde ülkemiz siyaseti açısından büyük bir kırılma yaratacağı şimdiden söylenebilir.

Öncelikle söylenmesi gereken bu katliamın baş sorumlusu AKP iktidarı olduğudur. Tek başına bu insanlık dışı katliamda fiili ya da öznel rolü olup olmamasından bağımsız olarak, nesnel olarak ülkemizin bugünlere gelmesinde AKP’nin birinci derecede sorumluluğu açıktır.

AKP iktidarıyla birlikte ülkemiz katliamlar ülkesine dönüşmüştür. Türkiye tarihinde, AKP iktidarında yaşanan ve ülkemizin geçmiş yıllarda yaşadığı benzer katliamlar düşünüldüğünde, bugün ülkemizin büyük bir kırılmanın eşiğinde olduğunu saptamak durumundayız. 1980 öncesi Maraş, Çorum, Bahçelievler, İstanbul Üniversitesi vb… katliamların darbe koşullarının yaratılması için “yapıldığı” herkes tarafından bilinmektedir.  AKP döneminde ise bizzat Türkiye’nin karşı-devrimci dönüşümü için derin ve büyük güçler devreye girmiş, AKP’nin iktidar olma sürecinde derinden rol oynamışlardı.

1969 Kanlı Pazar hala akıllarda. Yükselen solun üzerine dinciler salınmıştı. İki Türkiye İşçi Partili işçinin yaşamını yitirdiği bir saldırıyla gerici güçler piyasaya sürülmüş, ipleri sermayenin elinde olan yobazlar, siyasetin yeni vurucu gücü olmuştu. Bu vurucu güce 1960’lar ve 1970’lerde faşistler de eklenmişti.

Türkiye’de sermaye düzeninin her krizinde faşist ve dinci güçler hep devrede oldu. 1970’lerin sonunu, bir yandan faşist saldırıların olduğu, bir yandan da düzen solundan Ecevit’in umut olarak devreye sokulduğu bir dönem olarak değerlendirmek gerekiyor.

Bahçelievler’de 7 TİP’li faşistler tarafından katledilmiş, Maraş ve Çorum’da Alevi katliamları yine faşistler tarafından yapılmış, 16 Mart İstanbul Üniversitesi katliamında ise bombalar kullanılmıştı. Amaç askeri darbeye zemin hazırlamaktı. Amaçlarına ulaştılar. Solun, iktidar perspektifinden uzak politik çizgisi o dönemki mücadelenin kaybedilmesine neden olmuştu.

12 Eylül sonrası ise Türkiye yine katliamlarla yüz yüze kaldı. Özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından hemen sonra ortaya çıkan tablo ile düzen açısından büyük bir kriz haline gelen Kürt sorununun çakıştığı bir kesitte başta Uğur Mumcu olmak üzere bir dizi aydının katledilmesinin ve Sivas Katliamının 1990’ların başında gerçekleşmesi ciddi bir değerlendirme konusudur. Bu süreçler ile birlikte, sola müdahalenin başka boyutu olarak solun toplumla bağlarının koparma girişimi başarıyla sonuçlanmış, sermaye sınıfının Türk-İslam senteziyle girdiği yolun mantıki sonucu yıllar sonra AKP ikidarı olmuştur.

AKP’nin iktidar olması ile birlikte ülkemize “ileri demokrasi” gelmedi. Neredeyse toplumsal ve siyasal güçlerin beklentileri bu yönde idi. Örneğin, Hürriyet Gazetesi’nin 2001 yılında tam sayfa Tayyip Erdoğan kapağı yaptığı dönemleri hatırlatmak istiyoruz. Bugün ise, Hürriyet Gazetesi’nin tutumu sermaye düzeni içindeki güçlerin siyasal yer değiştirmelerini göstermesi açısından öğreticidir. Emperyalizm, sermaye sınıfı, liberaller ve cemaatler tam boy AKP destekçiliği yaptılar, birinci cumhuriyet düşmanlığı üzerinden ülkemizde yeni bir rejimin hayata geçmesine uğraş verdiler. Bu rejim sermaye sınıfına bütün olanakları açtığı gibi, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda kurulan bir rejim olarak gündeme gelmiştir. Tam boy uyum, uyumlu İslâm’la, kendi deyişleriyle ise ılımlı İslâm’la karşılık bulmuştu. Bu açıdan ılımlı İslâm kavramı emperyalizme uyumla ilgiliydi, ılımlılık nitelemesinin temel kaynağı burası idi.

AKP’nin iktidar olduğu süreç ülkemizin katliamlar tarihi olarak yeniden yazılmalıdır. AKP 2001 yılında kuruldu, 2002 yılında iktidar oldu. Emperyalizm tam da bu dönem Ortadoğu’da işgallere girişti, ülkemizde de katliamlar dönemi başladı. İstanbul’daki Sinagog, HSBC binası ve İngiliz Konsolosluğu’na dönük bombalı saldıralar tam bu dönemde oldu. Dinci gericilik, o dönem El-Kaide (bugün ise İŞİD) tehdit olarak gösterilmiş, emperyalizm bölgeye müdahalesinin bütün dünyada meşrulaştırılması Türkiye’de düzenlenen bombalı saldırılar ile gerçekleşmişti.

Tarihe not olarak düşülecek bir başka katliamlar zinciri ise Nisan 2007’de yapılan cumhurbaşkanlığı ve Temmuz 2007’de yapılan genel seçimlerden önceki katliamlardır. Malatya Zirve Kitabevi katliamı, Trabzon Rahip Santoro cinayeti ve Hrant Dink’in katledilmesi tarihlerine yeniden bakılmalı. Bu katliamların tarihleri ile AKP’nin 2007 seçimlerinde göstermiş olduğu başarının bir toplumsal dizayn hareketi ile birlikte ortaya çıktığı net olarak görülecektir. Büyük güçler, Türkiye’nin dönüşümüne karar vermişti, AKP ise emperyalizmin çıkarları gereği iktidar yapılmıştı. Sonrası zaten biliniyor, İkinci Cumhuriyet adını verdiğimiz yeni bir rejim kurulmaya başlanmış, operasyonlar ise peşi sıra gelmişti.

Sadece tarihsel bir kronoloji çerçevesinde şu olaylara dikkatle bakalım: Ekim 2001 Afganistan işgali, 2003 Irak işgali, 2006 Rahip Santoro cinayeti, 2007 Hrant Dink’in öldürülmesi ve Malatya katliamı, 2007 Cumhuriyet Mitingleri, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi ve AKP’nin büyük çoğunlukla iktidar olması, 2007-2008 Ergenekon operasyonu, 2010 Balyoz operasyonu, Eylül 2010 Anayasa’nın referanduma sunulması, Aralık 2010 Arap Baharı’nın başlaması, 2011 Odatv operasyonu, 2012 bir genelkurmay başkanının tutuklanması…

Ve 2013 Haziran’ında büyük Haziran Direnişi…

AKP’nin iktidar olması ile katliamlar arasında bir paralellik olduğu görülmesi gerekmektedir. Özellikle son 2 yıldır ülkemizde görülen katliamlarda ise AKP iktidarının herşeyden bağımsız objektif bir sorumluluğu bulunmaktadır. Soma ve Ermenek katliamları, birer terör eylemi olmasalar da kurulan İkinci Cumhuriyet’in doğrudan sonucundan başka bir şey değildir. Roboski, Diyarbakır ve Suruç katliamları ve son olarak Ankara katliamı AKP iktidarı döneminde bu sefer başka saiklerle gerçekleşen katliamlar olarak tarihe geçtiler.

Katliamlarla iktidara gelenler, katliamlara yol açmış, katliamlarla dizayn edilmek istenmektedir. Bu tablo, ülkemizi bir katliamlar zinciriyle esaret altında tutan emperyalist-kapitalist sistemin bizatihi kendisidir.

Yaşadığımız düzen bir sermaye düzenidir. Sermaye düzeninin ayakta kalması ya da yol almasının yolu katliamlardan geçmektedir.

Tek bir şeyi gür sesle söylemek lazım. Bu insanlık dışı sistem sürdükçe katliamlar da devam edecektir. Mesele bu açıdan tek başına terör sorunu değildir, mesele başlı başına bir sistem sorunudur. Bu sistemin başında ise emperyalizm bulunmakta, taşeronluğunu ise faşist ve dinci güçler yapmaktadır.

Bataklığı kurutmadan sivrisineklerle mücadele etmenin faydası yok. Ülkemizin katliamlardan kurtulmasının tek yolu emperyalizme bağımlılıktan kurtulması, gericiliğe ve sermayeye karşı mücadeleden geçmektedir.

Katliamların neye hizmet ettiği önemli bir soru olarak karşımızda durmaktadır. Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız bu fotoğrafa baktığımızda bu sorunun yanıtlarını bulmak kolay olacaktır. Haziran Direnişi, sermaye düzeninin gidişatında önemli bir kırılma noktası olmuştur. Bunun burjuva düzende yeni arayışlara sebep olduğu da ayrıca belirtilmelidir.

Tam da bu yüzden, bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın kaderi konuşuluyorsa Türkiye’nin siyasetinin yeniden dizaynının gündemde olduğu bilinmelidir. Son dönem yaşanan katliamları bu dizayn mücadelesinin lanet sonuçları olarak görmek en doğrusu olacaktır.

Burjuva düzen işte böylesi kahrolası bir düzendir!

Ve sanıyoruz ki, ölümü gösterip sıtmaya razı etmek denilen şey de tam da böyle bir şeydir!