Gülten Akın’ı kaybettik...

Vicdanı, sorumluluğu, kavgası, duyarlığı ve incelikleriyle okuduğumuz tanıdığımız sevgili ablamız, elli yılı aşkın şiir serüveniyle Türkiye edebiyatının en önemli şairlerinden Gülten Akın 82 yaşında hayatını kaybetti.

Gülten Akın’ı kaybettik...

Cengiz Kılçer

Vicdanı, sorumluluğu, kavgası, duyarlığı ve incelikleriyle okuduğumuz tanıdığımız sevgili ablamız, elli yılı aşkın şiir serüveniyle Türkiye edebiyatının en önemli şairlerinden Gülten Akın 82 yaşında hayatını kaybetti.

Frankfurt Kitap Fuarı kapanış konuşmasında kendi şiir poetikası üzerine şunları söylüyordu:  “Ben, ezilenler olarak, en çok çocukları ve kadınları yazdım. Bir lokma ekmek için doğdukları yerde kalmayıp geçenleri, yollarda telef olanları, kentlerin varoşlarında, gecekondularda bin bir dert içinde yaşayanları yazdım.”

Dikkatimizi en çok çeken ve ilgilendiren Akın şiirlerindeki direniş, umut, mücadele öğeleridir.  Şiirleri süreklilik ve kopuş bağlamında sade, açık ve nettir. Gerçekten politiktir; soldan, sosyalizm ve devrimden yanadır.

Baskıcı iktidarların ve toplumsal sistemin eleştirisini içeren şiirleri, Gülten Akın’ın yolculuğunda kayda değer bir yer tutar.

1978-1986 yılları arasında o da, diğer devrimci anneleri gibi cezaevi önündedir… “Mamak Askeri Cezaevi’yle ilişkim ağırlıklı bir yer tutmuştur” der yaşamını anlatırken. İçerde yatmış kadar olmuştur, “öteki analarla” birlikte. Gülten Akın’ın oğlu Murat Cankoçak tüm devrimciler gibi  bu yıllarda cezaevindedir.

“Pırıl pırıl beş çocuk yetiştirdim. Yetiştirdiğim çocuklara ‘halkınızı, insanları sevin, kimseyi incitmeyin’ dedim. Onları sosyalist olarak yetiştirmeye çalıştım. Bunun sonunda en büyük acıyı da orada gördüm” der.

Yine bir yazısında kendini “toplumcu bir şair” olarak tarif eder, dolayısıyla da bireycil davranamadığını belirtir ve ekler : “Toplumcu ozanlar, toplum sorumluluğunu somut biçimde anlarlar. Onların görevi hayatın değişmesine katılmak, şiirleriyle hayatın değişebilir olduğunu hiç durmadan vurgulamaktır. Bunu yaparken biz tekil davranmayız. Birimizin yazdığı ötekilerinkiyle bütünlenir. Giderek yaşamın bir parçası olur”

Gülten Akın, bir anne olarak ülkesine, kadınlara, ezilenlere, devrimcilere, birbirinden ayırt etmeden, sahip çıkar, gözetir; kendini sorumlu hisseder. Çünkü ona göre için bir insan, bir aydın bir şair olarak “sorumludur”…

“Nergisten ben sorumluydum, ışığından ve çocuklardan/Yanlış mı belledim acaba, insan sorumluluktur”

Kadınlık ve annelik hissiyatıyla, siyasi düzenin kadınların hayatındaki hükümranlığını dile getirdiği şiirlerinde hissedilen sarılmışlık duygusunun, politik sistemle, yönetim tarzıyla ve kapitalizmle ilgili olduğunu görürüz.

Gülten Akın’ın toplumsal olaylara bakışının ve sınıfsal farklılıklara tepkisinin belirginleştiği şiirlerinde, sosyalist bir dünya görüşünün hâkim olduğu kendini hissettirir. Gülten Akın’ın şiirlerinde, hayat karşısındaki tavrı, ideolojisi, dünyada ve ülkemizde alt üst oluşlara bakışı yer alır.

Özellikle 1970’li yıllarda toplumsal ve siyasi meselelere eğilir. Ülkede yaşanan puslu, karanlık, kanlı, faşist saldırılar sırasındaki kaosu, öldürülen devrimci gençleri ve onların acılarını yansıtan şiirler  kaleme alır. Özellikle, Kırmızı Karanfil (1971), Ağıtlar ve Türküler (1976) ve Seyran Destanı (1979) kitaplarında bu temalar vardır.

Hafıza “hatırlama” ile yapılanıyor. Hafıza mutlaka ama öncelikle tarihe, mekâna, yere, yurda tutunuyor ve kök salıyor. Gülten Akın‘ın şiiri gibi…

“Ertuğrul Ağıdı”ndan biliyoruz. Ertuğrul Karakaya ODTÜ’de öğrenci temsilcilerinin örgütlediği boykotta jandarma tarafından öldürülen (1977) devrimcidir. Unutmuyoruz! “Doğru ya yiğit doğru ya/Canavar girdi sürüye/Ölür mü yiğit olanlar/Ertuğrul benzer diriye” (Seyran Destanı)

12 Eylül faşist cuntasının 17 yaşında, yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren’e atfettiği “Büyü” şiirini hangimiz bilmez:”Büyü de/Büyüyüp on yedine geldiğinde/Büyü de baban sana/İdamlar alacak” (42 Gün)

‘Güz‘ adlı şiirinde “Bu güz öleceğim, bütün işlerimi bitirdim” diyen Gülten Akın’ı hep sevgiyle, saygıyla ve özlemle anacağız.

2008 yılı ‘Frankfurt Kitap Fuarı’nın kapanışında, katılamadığı için gıyabında okunan konuşma metnini yayımlıyoruz. Gülten Akın’ı kendi kaleminden okuyalım.

“Değerli Dostlar… Geçmişte ve günümüzdeki kültürel, yazınsal değerleriyle çok varsıl bir ülkeyi, Türkiye’yi temsil etme görevi bizlere verildi. Bu simgesel bir seçim; yoksa, pek çok isim burada benim yerimde olabilirdi.

Bizler hayatın dilini, sanatın yazının diline çevirenler, onu kitaplara sığdırmaya çalışanlarız. Estetize ederek sunduğumuz bir amacımız var, hayatın ve dünyanın değişimine katkıda bulunmak. Gündelik konuşmalarda kullandığımız sözcükler, hayatın, insan ilişkilerinin anlamını açıklamada yetersiz kalır. Onun için, sözcükler anlamın tutukevidir demiştim. Yazar, özellikle şair onları öyle yan yana getirir, yapılaştırır ki daha derinden kazarak çıkarılan anlam, kurtulan anlam olur.

İşte, dille yapılan bu değiştirimdeki büyü, yaşamı nesnel olarak değiştirebilmemin umudunu taşıyabilir. Bu umutla yazıyoruz. 

“Kent Bitti” adlı şiirimde şöyle demiştim:”Yakın sesler gitti / Geceler el değiştirdi, yıkımlar / Anılmıyor bile, dilden çıktı / Çözülme gündemde / Antenlerin uyduların metalik söylemiyle / Birleşilemiyor / Yabancı isimler, trafik imleri alarm zilleri / Arasında karşılaşanlar / Tanışıyorlar mı? Tanışamıyorlar / Bu bir çarpışmaya benziyor / Bütün gün bütün gün çarpışa çarpışa / Kentin ağır sularında / Herkes yaralı / Erkekler / Kanına alkolden kıymıklar batıran / Erkekler doğuyor çılgınlıklarından / Kadınlarsa / Kapatıp kendilerini rahimlerine / Sırlarıyla oynuyorlar / Kent bitti.”

Burada kent sözcüğünü dünya olarak da anlayabiliriz. Dünya küçüldü, giderek daha küçüldü, kurşundan bir topa dönüştü. Değmediği doğa parçası, toprak, insan kalmadı. Dünyanın iki eli var sanki. Biriyle taşıdığı kolaylıklar, incelikler, ötekiyle taşıdığı kabalık, kıyıcılık, yok edicilik, ölüm.

Bu ikinci el o kadar güçle saldırır oldu ki dünya kendini yok etme aşamasına geldi.

Elimizde düş gücümüzle, yeteneğimizle ürettiğimiz o yazılar, şiirler var. Kitaplar var. Yazdıklarımızda gerçek adına söylediklerimiz ne olursa olsun, bir kıyıcığında umudu saklı tutuyoruz.

Metalik söylemler varsın kolaylıklarını sürdürsün. Ama bizler yazınla, şiirle, sanatın her türüyle umudu var kılalım.

Yalnız değiliz. Pek çok insan bizimle. Onurumuz ve vicdanımız var. Dinlerin, milliyetlerin, geleneklerin beslediği birer ortama doğuyoruz. Doğuştan getirdiğimiz özelliklerin geleceğe aktarılabilir, olumlu olanlarını seçerek, dünyanın yeni değerleriyle bütünlemeyi becerebilirsek, kent de, ülkeler de, dünya da kurtulur. 

Dünyanın birçok yerinde insanlar bir bombayla, bir kimyasal silahla yok ediliyor, varsıl ülkelerle, yoksul ülkelerin arasındaki, ülkeler içindeki varsıl olanlarla, büyük yoksul çoğunluğun arasındaki açı büyüyor. Açlıklar, işsizlikler… Bunlar yetmiyor. Doğanın dengesi hızla bozuluyor. İklim değişiyor, nehirlerimiz, göllerimiz kuruyor, toprak çoraklaşıyor.

Savaşarak, birbirimizi yiyerek, yakıp yıkarak neyi kanıtlamak istiyoruz ki! Bir cezaevine çevrilen yerde mahpus da tutukludur, gardiyan da. Üstelik ölüm herkes için.

Barışarak, gücümüzü birleştirerek, insan olmanın onurunu düşünerek, toplumsal vicdanı silip parlatarak, yok ettiklerimizi, bozduklarımızı onarma yolunda ortak aklımızı kullanarak çocuklarımızın geleceğini kurtarabiliriz.

Ben, ezilenler olarak en çok çocukları ve kadınları yazdım. Bir lokma ekmek için doğdukları yerde kalmayıp göçenleri, yollarda telef olanları, kentlerin varoşlarında, gecekondularda bin bir dert içinde yaşayanları yazdım.

Kitap fuarları, özellikle de Frankfurt Kitap Fuarı, yazın yoluyla bizleri bir araya getiriyor. Buna imkân veren ev sahibi ülke Almanya’ya, ülkemde ve dışarıda emeği geçen her kuruma, herkese teşekkür ediyorum.

Hepinizi umutla selamlıyorum. Bu görevi dünyanın en büyük en olağanüstü ülkelerinden birinin, Çin’in yazarına devrediyorum.”